
Georgi Gospodinov’un Zaman Sığınağı adlı romanı 2020’de yayımlanmış. Türkçedeki ilk basımı ise Metis Yayınları tarafından Ocak 2022’de yapılmış. 2021’de Premio Strega Ödülü‘nü alan roman, 2023’te de Uluslararası Booker Ödülü‘nü kazanmış.
Georgi Gospodinov’un önceki romanı Hüznün Fiziği’yle ilgili yazıma buradan ulaşabilirsiniz.
287 sayfalık Zaman Sığınağı’nın çevirmeni Hasine Şen Karadeniz. Mstislav Dobuzhinsky’nin tablosunun yer aldığı kapağın tasarımı Emine Bora’ya ait. Diğer dillerdeki baskılarıyla kıyaslandığında çok güzel bir kapak olarak göze çarpıyor. Kitabın içinde yer alan çizimler ise Nedko Solakov’a ait. Kitabın editörü Özde Duygu Gürkan.
Ben arkadaşım Onur Ataoğlu’nun önerisiyle Hüznün Fiziği’ni satın almayı planlarken yayınevinin başarılı pazarlama stratejisi ile elimde yazarın üç kitabını birden buldum. Açıkçası hiç de şikâyetçi değilim bu durumdan. 1968 doğumlu görece genç bir yazar olarak eminim daha çok kitabını okuma fırsatı bulabileceğiz Georgi Gospodinov’un.
Kitaba geçmeden önce en sevdiğim yere, yani arka kapak yazısına değineyim. Kapak yazarı sanatını son paragrafta konuşturmuş: “Zaman yaşlılık, ölüm, hafıza, bireysel ve toplumsal geçmişler üzerine hem oyunbaz hem de dokunaklı ve derinlikli bir tefekkür olan bu romanı tüm edebiyatseverlere tavsiye ediyoruz.”
Burada oyunbaz veya tefekküre takılmayın, ben arka kapak yazısıyım dedirten sözcük bana göre “derinlikli”. Bakın dikkat edin “derin” değil “derinlikli”. Derin, dip ile yüzey arasındaki mesafenin büyüklüğünü vurgulayan bir sıfat. Yapım ekiyle bu sıfatı isim haline getirdiğimizde karşımıza “derinlik” çıkıyor. Biz “derinlik” sözcüğüne -li ekleyerek ismi yeniden sıfata çeviriyoruz ve “derinlikli” sözcüğüne ulaşıyoruz. TDK’ya göre bu sözcüğün anlamı “derinliği olan”. “Zaten derinliği olana ‘derin’ demiyor muyduk, ne gerek var bu kadar eke?” diye sormayın. İşin raconu burada.
Öncelikle kitabın çevirisinden söz etmek gerek. Hasine Şen Karadeniz akıcı bir Türkçeyle Gospodinov’u Türkçeye kazandırmış. Romanın hiçbir yerinde “Acaba yazar ne yazdı da çevirmen böyle çevirdi?” gibi bir duyguya kapılmıyorsunuz. Her çevirdiğiniz sayfasında karşınıza duru bir Türkçeyle çıkıyor Zaman Sığınağı.
Küçükken demir perdenin arkasında kapalı, duygusuz, sıradan bir dünya var gibi düşünürdük. Gözümüzde dünyadaki gelişmelere uzak, kot pantolona özlem duyan, özgür düşünceden yoksun, ikinci kalite ürünlere mecbur bir halk gibiydi burada yaşayan insanlar. O yıllarda Demir Perde ülkelerinin özgür bir geleceğe sahip olacağını hayal etmek bile safdillik sayılabilirdi. 9 Kasım 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla belki de bir çağ kapanmıştı. Zaman Sığınıağı’nda ilk dikkatimi çeken şey Demir Perde ardında yaşayan insanların dış dünyadan sanıldığı kadar kopuk olmamasıydı. Zaten Gospodinov‘u okurken yazarın bütün Avrupa ülkelerini çok yakından izlediğini görüyorsunuz. Onun dünyasında böyle bir perde yok. Yazara göre sadece bir zaman farkı var: “1960’lar Bulgaristan’a, diğer her şeyde olduğu gibi, rötar yapıp on yıl gibi bir gecikmeyle geldi. Büyük ihtimalle 1970’lerde.”
Zaman Sığınığı’nda Bulgar tarihinden notları okurken “Batak Katliamı”ndan ilk kez haberim oldu. Vikipedi’nin, Batak Katliamı maddesi şöyle: “1876’da Nisan Ayaklanması’nın başlangıcında Batak’ta Sveta Nedelya Kilisesi’nde Osmanlı düzensiz birlikleri tarafından 5000 Bulgar sivile yönelik yapıldığı iddia edilen katliam. Katliamda ölü sayısının kaynağa bağlı olarak 5000 ila 7000 arasında olduğu belirtilmektedir.”
Bu katliam iddia olarak bile tarih kitaplarımıza girmemiş. Biz romana devam edelim. Gospodinov’un bazı saptamaları müthiş. İşte bunlardan birisi:
“Postanenin yanında bir kestane ağacının üstüne dört raptiyeyle tutturulmuş bir kâğıt görüyorum:
Büyük televizyon LCD
32 inç iyi çalışıyor 8 yıllık
30 litre rakı ile takas ediyorum
15 Şubat.
Sadece şubatta yükselebilir bu feryat, tüm acısıyla… Rakı bitmiş, kış ise bitmemiştir. İşte sana kısaca tüm bir milletin varoluş romanı.”
Gospodinov’un mizahı romanın her yerinde kendisini hissettiriyor:
“Üniversite birinci sınıfta bir arkadaşımla sınıftan bir kıza hediye olarak bir çift papağan almıştık. Ama bütün gün ötecekler dedim. Sana ne, dedi arkadaşım, yanlarınd olmayacaksınki. Doğum günü akşamı berbattı, bir kavga çıktı, hafif bir boğuşma oldu, eski manitası kapıya dayandı – 90’lar… Oradan sıvışırken, işte asla birlikte yaşamayacağım bir kadın, dediğimi net hatırlıyorum. Bir yıl sonra aynı odada durmuş, ciyak ciyak bağıran papağanların suyunu değiştiriyordum. Sabahları kendimize en azından bir saat huzur sağlamak için, gece olduğunu düşünsünler diye üstlerine eski bir havlu atıyorduk.”
Georgi Gospodinov geçmiş fotoğraflarını hüzünle, mizahla yoğuruyor. Gospodinov, Zaman Sığınağı‘nda geçmiş nesneleri, kokuları, fotoğrafları ile 60’ları, 70’leri, 80’leri andıktan sonra gerçekçi bir saptamayla gençlerin cep telefonlarını bırakmak pahasına hiçbir döneme geri dönmek istemeyeceklerini belirliyor. Nostaljinin hastalık olup olmadığının tartışıldığı bir yazı okumuştum. Gerçekten de geçmişe duyulan özlemin aşırılığı kişinin bugünkü yaşamını olumsu etkileyebiliyor. Gospodinov’da ise bu yok. O, geçmişin güzel fotoğraflarına onmaz bir gerçekçi gibi bakıyor.
Gospodinov geçmişin izini sürerken ilginç bir saptamayla çıkıyor okurun karşısına: “Yıllar geçtikçe geçmişsin özellikle iki yerde gizlendiğini anladım – öğle sonralarında (ışığın öğleden sonra düşme şeklinde) ve kokularda.”
Belki farklı iklimlerde bu saat değişebilir ancak geçmişten kalan fotoğraflarda bize o günleri anımsatan şeylerden birisi gerçekten de güneşin Dünya üzerindeki ışık oyunları olmalı. Benim bir ilkokul fotoğrafım var örneğin, yarısı gölgeli. Okul sonrası oyun oynadığımız bir saat olmalı. Gospodinov’un öğleden sonrasının bizim dilimizde akşamüzerine denk geldiğini düşünüyorum: “Geçmiş öğle sonralarında çökelir, zaman orada hissedilir bir şekilde yavaşlar, köşelerde uykuya dalar, ince storlardan süzülen ışığın karşısında gözlerini kedi gibi kırpıştırır. Bir şeyi hatırladığımızda hep öğle sonrasıdır veya en azından bende öyledir. Her şeye ışık düşer. Fotoğrafçılardan öğle sonrası ışığının pozlama için en uygun ışık olduğunu biliyorum. Sabah ışığı hâlâ genç ve keskindir. Öğle sonrası ışığı yaşlı, yorgun ve yavaştır. Dünyanın ve insanın gerçek hayatı birkaç öğle sonrasıyla- dünyanın öğle sonrası olan birkaç öğle sonrasının ışığıyla- anlatılabilir.”
Kokular da öyle. Marcel Proust, küçükken annesinin yaptığı kurabiyenin kokusunu yıllar sonra yeniden duyduğunda belleğinde o döneme ait her şeyin büyük bir hızla canlandığını fark eder. Kayıp Zaman ya da Yitik Zaman bu şekilde Proust’un önce belleğinde sonra kaleminde yeniden canlanır. “Proust Etkisi” de denen bu durumu herkes farklı kokularda yaşamıştır. Kokular beyinde daha güçlü ve daha derin bir iz bırakıyor olmalı.
Gelelim Gaustin’e. Gaustin için yazarın kitaptaki sureti mi, geçmişi mi, temsilcisi mi demek gerekir bilemiyorum ancak Georgi Gospodinov, Gaustin karakterini geçmişin dehlizlerinde dolaşsın diye uydurduğunu söylüyor. İnsan kendi kendiyle konuşunca deli sayılıyor. Belki de yazar onun için ikisi de kendi olan iki farklı karakteri konuşturuyor olabilir. Tam bir diyalog sayılmayabilir ama yazarın benliğindeki diyalektik süreci daha iyi yansıttığı kesin. Yazarın kendinden alıntılar yapması ya da kendine ait özlü sözleri alıntılaması tuhaf kaçabilir ancak bu alıntılar Gaustin’den olunca okur olarak vaziyeti idare ediyoruz. Gospodinov’un romanın sonunda “Gaustin’i ben mi uydurdum, o mu beni uydurdu – artık hatırlamıyorum.” demesinden yarattığı karaktere en azından kendisinin inandığını anlıyoruz. Onu bağımsız bir karakter gibi görmesek bile Gaustin, yazarın iç dünyasındaki çelişkileri, tartışmaları, özlemleri yansıtmak açısından son derece işlevsel. Kabul edelim ki “içimdeki ses şöyle diyor” demektense “Gaustin diyor ki” diye başlamak hem daha ciddi hem daha havalı oluyor.
Zaman Sığınağı’nda pek çok gönderme de var. Roman boyunca Tolstoy’un “Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.” sözünün farklı versiyonlarını görüyoruz:
- “Gerçekleşen tüm hikâyeler birbirine benzer, gerçekleşmeyen her hikâyenin gerçekleşmeme tarzı kendine özgüdür.”
- “Tüm mutlu ülkeler birbirine benzer, her mutsuz ülke, yazıldığı gibi, kendince mutsuzdur.”
Zaman Sığınağı’nı okumanızı öneririm. Kitap alışageldiğimiz romanlardan farklı bir yapıda. Gospodinov kendi içine, kendi geçmişine dönerken arka plandaki flu Bulgaristan ve Avrupa fotoğrafı giderek netleşiyor. Arka plandaki tarihsel tanıklığın eşliğinde Gospodinov ait olduğumuz zamanı sorguluyor. Gaustin’in “Ait Olmayanların Sendromu” bana Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”ını anımsattı: “Başka bir yerde ve başka bir zamanda sana ait bir şeyin olduğunu bilirsin, bu yüzden de geçmişe ait odalar ve günlerden geçip durursun. Ama doğru yerdeysen zaman farklı olur. Doğru zamandaysan yer farklı olur. Tedavisi yok.”
1977-Kavaklıdere? 1995-Taksim? Yoksa 2010-Alemdağ mı? diye soruyorum kendime. Sanırım Gospodinov haklı. Ait olduğumuz bir yer ve zaman yok, geçtiğimiz odalar var. Son sözü Gospodinov’a bırakayım:
“Geçmişin yabancı bir ülke olduğunu yazıyorlar. Saçmalık. Geçmiş benim vatanım. Gelecek, yabancı yüzlerle dolu yabancı bir ülke, oraya adım atmam. Bırakında evime döneyim… Annem bana geç kalmamamı söyledi…”
Kitaptaki Yazım Hataları ve Anlatım Bozuklukları
- “Klinikten kaçma teşebbüsleri” – “Klinikten kaçma girişimleri” (Sayfa 24 – sayfa 25): Yazıdaki dil bütünlüğü açısından girişim veya teşebbüsten birine karar verilse daha iyi olurdu. Bir paragrafta birini diğerinde ötekini kullandığınızda okurun gözünde bir dağınıklık hissi oluşuyor.
- “Klinikten sık sık kaçma girişimleri radikal bir şekilde azalmıştı.” (Sayfa 24): “Radikal” sözcüğü başka dillerde bu şekilde kullanılıyor olsa da Türkçede kullanılmıyor. “Radikal bir şekilde” yerine “önemli ölçüde”, “büyük oranda” daha uygun.
- “Vefat etmek” (Sayfa 27, 154): Romanda diğerleri ölürken babalar “vefat ediyor”. “Vefat etmek” bir nevi ölümsüzlük sağlıyor sanki.
- “Asla çözemeyeceğimiz muhtemel bir şifre.” (Sayfa 47): “Muhtemelen asla çözemeyeceğimiz bir şifre.” daha iyi olmaz mıydı?
- “Ne Kalypso’nun bedeni, ne ölümsüzlük bir bacanın dumanı kadar ağır değildir.” (Sayfa 65): Tekrarlı bağlaçlardan önce ve sonra virgül konmaması gerekiyor. Ayrıca “ne… ne…” kalıbı cümleye olumsuzluk anlamı verdiğinden cümlenin doğrusu “Ne Kalypso’nun bedeni ne ölümsüzlük bir bacanın dumanı kadar ağırdır.” olmalı.
- “Bir gün Referandum’da eski kaybedenlerin evlatları ile eski galiplerin evlatlarının aynı sofraya birlikte oturabileceğini hayal ediyorum.” (Sayfa 121): Cümlede bir hata yok ancak galip-mağlup, kaybeden-kazanan gibi kullanılsa kulağa daha iyi gelebilirdi.
- “…sanki yüz taneye daha sahipmişsin gibi…” (Sayfa 130): Sanki ve gibi’den birisi fazla.
- “Ana güçlerin iki büyük mitingi referandum öncesi ilk pazar için öngörülmüştü.” (Sayfa 149): “Ana güçlerin iki büyük mitinginin referandumdan önceki pazar günü yapılması bekleniyordu (tahmin ediliyordu).” daha iyi değil mi?
- “…90’ların daha sonra asla tekrarlanmayan sonsuz meyhane ve seminerlerinde içmiş ve tartışmışızdır.” (Sayfa 151): “Ve”lerin bu şekilde art arda kullanılması biraz kulak tırmalıyor. “Sonsuz” sözcüğü “sonsuz mavilik”, “sonsuz bilgi” gibi kullanılsa da “sonsuz meyhane” kulağa doğru gelmiyor. “Sayısız” daha uygun olurmuş: “…90’ların daha sonra asla tekrarlanmayan sayısız meyhane ve seminerlerinde hem içmiş hem tartışmışızdır.”
- “… beyaz gömlek her zaman geçerlidir,” (Sayfa 168): “Beyaz gömleğin modası geçmez” daha iyi değil mi?
- “Haberde yaralılar usul usul kan döküyordu.” (Sayfa 177): Kan dökmek başkasının kanını akıtmak anlamına geliyor. Burada “yaralıların kanı akıyordu” veya “yaralılar kanıyordu” daha uygun.
- “Dembi’nin tavan arası odasını derme çatma bir fotoğraf stüdyosuna çevirdiğini hatırladım.” (Sayfa 182): “Odasını” gereksiz.
- “… jimnastikçiler, onlara öyle diyelim, savunma moduna girdi.” (Sayfa 186): Bu cümlede eylemcilerden söz ediliyor. “Moduna girmek” Türkçe değil. “Pozisyon almak”, “durumuna geçmek” gibi çok sayıda karşılık bulunabilir.
- “Öyle yemeği vakti olmuştu.” (Sayfa 188): “Öğle yemeği vaktiydi” daha iyi değil mi?
- “… naneli dip soslu Bulgar kuzu eti,” (Sayfa 188): “Dip sos” neredeyse bütün restoranlarda gördüğümüz bir tamlama, dolayısıyla kitapta yer alması da doğal ancak bana tuhaf gelen bir yönü var. “Dip” İngilizcede banmak, batırmak anlamına geliyor. “Dip” yani “dipping sauce” da aslında bandırma sosu gibi bir anlama geliyor. Türkçede “dip” sözcüğünün başka bir anlamı var ve “dip sos” biraz kafa karıştırıyor. “Bandırmalık” gibi bir sözcük daha iyi olmaz mı?
- “Daha başlarda birkaç olay oldu, cumartesi eşi olarak kiralanan iki kadına tecavüz etmeye yeltemişler. Bu beş-altı yıl önceydi. Şimdi benzer br şeyi Japonya’da yaptıklarını gördüm. Anlaşılan havada yayılıyor.” (Sayfa 189): “Anlaşılan havada yayılıyor.” cümlesi biraz havada kalmış. Ne anlatmak istediği net olarak anlaşılamıyor.
- “İlk olmak onun portföyünde yoktu.” (Sayfa 197): “Portföyünde yoktu” yerine “kitabında yoktu” olasa daha iyi değil mi?
- “Vatanınızı iyi tanımak iyidir.” (Sayfa 198): Keşke iki “iyi”den birisinin yerine başka sözcük bulunabilseydi.
- “Kişiliksiz zamanlar yaşamak için en rahattır.” (Sayfa 208): “Kişiliksiz zamanlar, yaşamak için en rahatıdır.” Aslında özgün metinden biraz daha uzaklaşılsa bu cümle Türkçede çok daha güzel ifade edilebilir.
- “Referandumla birlikte doğan en ilginç hareketlerden birine, Hemingway’in dünyanın başkentinde 1920’lere ait anılarına ithafen “Sonsuz Bayram” adı verilecekti. (Sayfa 208): Hemingway’in kitabının orijinal adı “Moveable Feast”, Türkçesi ise “Paris Bir Şenliktir”.” Moveable Feast” bizim Ramazan Bayramlarımız gibi tarihi her yıl kayan bayramlara verilen ad. Ayrıca “her an her şey olabilir” gibi farklı bir anlamı da var. Aslında çevirmenin tercih ettiği “Sonsuz Bayram” bu anlama yaklaşıyor ancak bu durumda en azından kitabın Türkçe adı ve iki farklı anlamıyla ilgili bir not eklenebilirmiş.
li>“New York sokaklarının mabet ağaçlarının çüreyen minik meyvelerinden gelen özel koku.” (Sayfa 264): “Çüreyen”, “çürüyen” olmalı.
İlk yorum yapan olun