Gerçeklerin yeni bir duruma dönüşüp özün yitirilmesiyle Araf’ta kaldı insanlık. Yıllar önce Tomris Uyar’ın dile getirdiği bukağı ile yaşamaya, “Yürekte Bukağı” ile yaşamaya zorlandırılıyoruz. Değerin değersizleştiği, ilkel ve yoz olanın değer kazandığı tuhaf bir zamana alıştırılmaktır bu. Prangalı, bukağılı zamana…
Tuhaf zamanlar… Kimse, kimsenin bir şeyi değil. İnsanın kendine bile uzak kaldığı zamandayız. İç içe geçip içleri boşaltılmış değer yargılarıyla oluşan belirsizlik ve bu belirsizliğin getirdiği güvensizlik duygusunun yarattığı korku, çoğu insanın gözlerini oyuyor. İnsanın açlıktan sonra en büyük güdüsü güvendir oysa. Kendini güvende hissetmeyen birey, önceden üretilmiş değerlerin nicel-nitel yitimi ile ölümcül bir çöküşüşte…
“Çığlık” tablosu… Başını iki elinin arasına alarak kulaklarını kapamış, ıstırap çeken, korkunun hâkim olduğu kaygılı yüzdeki dehşet dolu gözler ve o sessiz çığlık tuhaf zamanları nasıl da güzel temsil eder. Gözler sanki bombanın açtığı iki kocaman oyuktur. İçindeki mücadelede yenilmiş, değerleri altüst olmuş tuhaf zaman insanının çığlığıdır bu.
Korkan, güvende olmayan gözün öyküsü de olmaz. “Her Göz bir Öykü Yazar” der oysa Ahmet Oktay. Bu çağ, öykülerin çürüdüğü değil, çürütüldüğü çağdır. Değerlerin yitip gittiği çağ! Her göz öyküsüz bırakılmış ve tek tipleştirilmiş ve hatta güvensiz bırakılmışsa “yaşam” dediğimiz kutsal hak, neyin üzerine inşa edilecektir?
“Bir göz diğer göze değmiyorsa” insan yanımızın yitimidir bu. Özellikle “Göze alamadığımız yakınlıklar da acıtır.” diyemeyeceğimiz zamanlardayız. Ki “Gözleri ancak gözler bağışlayabilir”di eskiden. Ya şimdi? Bir göz, bir başka gözü bağışlayabilir mi güvensizliğin, korkunun cirit attığı bu çöl kültürü zamanlarda? “Kimsenin gözü, kimseye değmiyorsa şiir niye?” diyecektir Haydar Ergülen bu yoz döngüyü kastederek.
Değersizleşmenin ve tuhaf zamanların insanda yarattığı güvensizlik, beraberinde çirkin, ilkel olanı da getirir. Auschwitz’de yaşananları gören Adorno, “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır.” diyecek ve bu cümleyi bir pankart gibi taşıyacaktır.
Oktay Akbal, “Önce ekmekler bozuldu. Sonra her şey…” demişti. Tuhaflığın, çürümeye dönüştüğünü anlatan iki kısa tümce… Bir sızı gibi!
Önce ekmeklerin sonra da suyun tadının bozulduğu zaman bu zaman… “Su Çürüdü” diyen de Ahmet Telli… Var olanın yitimine, olgudaki var’ın anlam yitimine ağıt…
Öznenin olguya anlam yükleyememesi ya da önceden yüklenen anlamın yok oluşuyla K.İskender’e, “Gözlerim Sığmıyor Yüzüme” dedirten tuhaf zamanlar…
Ahmet Erhan bu “Yapayalnız kaldım.” diye avazı çıktığı kadar bağırır. Tuhaf zamanların çığlığıdır artık bu dize. Sonra “Kalbim sen hâlâ burada mısın?” diyecek var olan tuhaflıkları kastederek ve haklı olarak bu tuhaflığa nasıl katlandığını sorgulayacaktır. Sorunun içtenliğindeki sıcaklık, tuhaf zamanda nasıl da tuhaf duruyor. Güzelliğin, inceliğin yok oluşudur çocuksu soru. Bu soru, öznenin de normal olanın da bitmişliğidir artık!
Bir Çin atasözü, entelektüel bir bedduaya dönüşerek şöyle der: “Umarım, tuhaf zamanlarda yaşarsın.”
İşaret edilen yer belli: Doğruyla yanlışın ayırt edilemeyeceği bir zamanda yaşayasın!
Tam da bir “freak show” (ucube gösterisi) zamanlara gönderme.
Beddua tuttu mu ne?
Be the first to comment