Âşık Veysel, almış başını; düşmüş uzun, ince yollara… Kaçıyor bir şeylerden. Dünyanın şerrinden, insansızlıktan, kötülüklerden, yozlaşmışlıklardan, yalnızlıktan ve o bel büken aldatılmışlıktan… Yaşamın ağırlığı da çökünce vurur kendini yollara…
Uzun ince bir yoldayım,
Gidiyorum gündüz gece,
Bilmiyorum ne haldeyim,
Gidiyorum gündüz gece.
Yol dediği ömür, yol dediği yaşam… Bu yolda gülmeyen de kendi… Her şeyi ama her şeyi içine atıp ne hâlde olduğunu bilmeden aslında bilerek yürüyor.
O ışıksız… Işıksız ama tüm dünyayı soğurmuş gönlüyle gören temiz bir adam! Âşık Veysel, ışığı, elinden alınmış bir bebek saflığında koca bir değer… Bağlamasından gayrı bağlanacağı biri de yok. Sırtına indirilen o hançer olmayaydı düşmezdi yollara. Sırtına değil, direkt yüreğe saplanan hançer ondaki yara… Onda hançer yarası, onda dünyanın tüm ağıları…
Antik Yunan düşünürleri kendilerini tanımaları için insanlara, içlerine, yalnızlıklarına kaçmalarını önerirdi. Ama Âşık Veysel’in amacı bu değil. O, yalnızlığın öznesi olduğu için mutsuz. O, uzun ince bir yola kimsesizlikten çıkıyor.
Neden hiç mutluluktan söz etmiyor yürürken? Neden iki kapılı han bütün ağırlığıyla binmiş üstüne? Koca Veysel kırgın…
Yaşam, ancak böyle düz, ancak böyle dolandırılmadan anlatılabilirdi bir türküde.
Bir ozan, diğer bir ozanın eyerlenmiş atıdır. Yarasını sarar bir ozan bir ozanın. Vefalı kavaklar gibi tüm ozanlar uzun, ince yoluna dizilmişler Veysel’in. Yalnızlığından, ışıksız gözlerinden öpüyorlar.
“Sevgim acıyor.” diyen Turgut Uyar da orada. Öpen biri, terk edip gitmişse cennetin yok olacağını bilir Turgut Uyar. Ellerinden, mübarek ellerinden öpüyor Veysel Usta’sının
“Gidiyorum gündüz gece.” diye diye… Sevgisi acıya acıya gidiyor Veysel. Veysel, kör kuyularda…
“Ve senin yalnızlığın
Ancak dağlara sığabilir
Bir de türkülere.” dizeleri Ahmet Telli’nin. O da yolda… Veysel’i selamlamaya gelmiş.
Yalnızlığı ne de güzel anlatır bu dizeler. Dağlara sığmayan, sığamayan yalnızlığın ululuğu bu! Çok büyük, çok ağır… Taşınmaz ki… Ya Âşık Veysel’in yalnızlığı nereye sığar? Ummana mı? Bozkırlara mı? Haberin var mı Ahmet Telli?
“İtip beni, balıma dadanan bu çağı sevmedim.” diyor Gülten Akın, Veysel’e sarılıp. Çağın uzun, ince bir yolu artık balsız, şerbetsiz… Balını çaldılar Veysel’in.
Orhan Veli bir kavağın altında,” Bilemezler yalnız yaşamayanlar/ Nasıl korku verir sessizlik insana.” diye karşılıyor Usta Veysel’i.
“Yağmur değil, yalnızlıktır yağan.” diyen Sunay Akın. O da ellerini öpüyor Veysel’in.
“Kimse duymuyor çığlıklarımı.” diye Veysel’in koluna giriyor Nilgün Marmara.
Aragon, ta uzaklardan gelmiş selamlamaya. O da uzun, ince yolda! Veysel’i kucaklayıp, “Yalnız insan merdivendir / Hiçbir yere ulaşmayan.” diye fısıldıyor.
“Hasretinden prangalar eskittim.” de yalnızlığı şark çıbanı gibi taşıyan Ahmed Arif’in. Uzun, ince yolda o da.
“Dünyaya geldiğim anda,
Yürüdüm aynı zamanda,
İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece.”
Bazı yalnızlıklar hiçbir şeye sığmaz. İki kapalı hana da sığmıyor Veysel. Yüzlerce yıl öncesi yaşayan ustası Nesimi gibi iki cihana sığmayan yalnızlıkta türküyü mırıldanıyor Veysel. Tüm ozanların yüreği yanıyor, şiirleri utanıyor.
“Yalnızlık, bari sen elimden tut!” dizesi Ahmet Erhan’ın. Çırılçıplak yalnızlıktır bu. Yalnızlıktan medet uman yalnız adamın çığlığı… Yine de Veysel’i bekler Veysel yolunda. Düz, uzun, yalnız kavaklar gibi bekler.
Hayatı ne güzel anlatır bu “uzun, ince yol” ve “iki kapılı han” metaforu.
Herkesin iki kapısı vardır. Amaç sonu düşünmeden değerler üretmek. Ama filizini kırıyorlar baharların. Filizi kırık bir bahar sanki Veysel… Işıksız, filizsiz bahar…
Yüzüne eski bir mağara gibi çöken gözlerinden değil kırgınlığı… Dert başka, çok daha başka!
“Cehennem başkalarıdır.” (J.P. Sartre)
Ne kadar güzel bir yazı.Tekrar tekrar okudum…Ayşe Deniz