Ağlama Yâr Ağlama

Ağlama Yâr Ağlama

Seyit, kaçakçılıktan zengin olmuş Reşo Ağa’nın yanında çalışan delikanlıdır. Seyit, yüklü miktarda kaçak malla dönerken düşman aşiret tarafından pusuya düşürülür, yanındakiler vurulur de malları da kaybeder. Yaralı olarak, Reşo Ağa’a ulaşmaya çalışırken dere kenarında Hazal’a rastlar. Reşo Ağa’ya ulaşmak istediğini söyler. Hazal, Eşber Ağa’nın kızıdır. Seyit, bundan habersiz yaralı haliyle Reşo Ağa’ya ulaşır, olanları anlatır. O da yaralı Seyit’i konağında ağırlar. Hazal, Seyit’e hasta bakıcılık yapar. İçten içe de severler birbirlerini.

Hazal bir gün mavi yazma takar. Seyit, Hazal’a mavi yazmanın çok yakıştığını söyleyince Hazal da mavi yazmayı bir daha çıkarmaz başından. Yakıştığını söyleyen Seyit… Seveni beğenmiş. Niye çıkarsın?

Bu sırada Hazal’ın ağabeyi, arkadaşı Tahir’i kaybettikleri mal ve intikam için düşman aşirete gönderir. Tahir, hem malları hem de Reşo Ağa’nın intikamını alır karşı taraftan. Hazal’ın ağabeyi “Dile benden ne dilersen.” der. O da “Hazal” der. Hazal, duyar bunu, Seyit’e söyler.

Seyit, Hazal’ı evlendiği gün kaçırır. Tüm aşiret peşlerine düşer. Yakalanırlar. Öldüresiye döverler Seyit’i. Bir dağ evine sığınır o da… Tam da acısı kadar büyük olana… Dağlara… Sonun ve türkünün doğduğu dağ evine…

“Ağlama yâr ağlama anam/ Mavi yazma bağlama/ Mavi yazma tez solar anam/ Yüreğimi dağlama”

Mavi yazma mı uğursuzluk getirdi ne? Sanki mavi yazma solarsa Hazal da solacaktır. İşte buna dayanamaz. Oysa kendi ölüm döşeğindedir ve hâlâ “Hazal” der. Anadolu da bir erkek sevmişse önce can değil, canandır artık önemli olan.

Hele canan Hazal’sa… Hele adı Hazal’sa…

Yürek dağlayan bir türkü… Temiz bir sadelikte anlatmış Seyit duygularını. Türkünün yürek yakan iki dizesi:

“Hasta düştüm gelmedin/ Bari can veren de gel!”

Özellikle tırnak içine aldım Farsça kökenli “bari” sözcüğünü. Seyit, kocaman yalnızlığını, muratsız kalışını bu dört harfli sözcüğe sığdırmış. Dağları, ummanları sığdırmış. Nasıl bir kırgınlık, nasıl bir çaresizlik? Nasıl bir kimsesizliktir bu?

Seyit, yüce dağbaşında bir dağ evinde öldü. Hazal’a da, mavi yazmasına da ne oldu, bilinmiyor.

Shakespeare, bu trajik öyküyü duysaydı ikisi de yaşıyor olurdu. Shakespeare, Romeo ile Juliet’i yine yazardı ama bir gencin varoluşunun ardından yazdığı bu türküdeki öyküyü duysaydı sonelerinin güzelliğinde bir trajedi yaratırdı.

Batı’da yaşanmadığı için Hazal ile Seyit aşkı güçsüz, öyküsüz bir aşk değil. Batı’nın şişirilmiş aşkları sanat yapıtı olurken Anadolu’nun ve Orta Doğu’nun aşkları efsanelerde, halk hikâyelerinde, türkülerde, yerelde kalır.

Batı, Doğu’dan bir aşk işlese bile bu aşk, onların merak duygularına ve tutarsız hayallerine(fantazmagori) hizmet etmek için kurgulanır. Avrupa’nın “Saraydan Kız Kaçırma” operasında Doğu toplumlarına oryantalist bakışı ortada. Batı’ya ilginç gelen Doğu toplumlarının yaşamı değil, “saray ve harem”in gizemidir. Avrupamerkezcilik böyle bir şey! Uygarlık tarihinin kendileriyle başladığını söyleyen bir Batı…

Şimdi, aşk da mı Batı’yla başladı? El insaf!

Hazal, o mavi yazmayı bu kez bir reddin ifadesi olarak takıyor mudur hâlâ?

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.