Gayrı Dayanamam Ben Bu Hasrete, Ya Beni de Götür Ya Sen de Gitme

Ya beni de götür ya sen de gitme.

“Gayrı Dayanamam Ben Bu Hasrete” bir ağıt türkü… Hüseyin, Çorum’da zengin bir ailenin tek oğludur ve çok da yakışıklıdır. Genelevdeki bir kadını sever, onunla düşüp kalkar.

Yazılı olmayan yasalar, yazılı olan yasalardan daha keskindir halk arasında:”Bir genelev kadınıyla evlenilmez.”

Bu yasa, namus anlayışının da ikiyüzlü göstergesidir aynı zamanda. Çürümüşlüğün, yozun lekesi… Kadını o koşullara iten, o duruma düşüren ikiyüzlü ahlakın lekesi…

Hüseyin, Çorum’un en güzel kadını Nermin’le evlenir. Düğün tam kırk gün, kırk gece sürmüş, derler. Hüseyin evlenmesine evlenir de genelevdeki kadını da bırakmaz. Kadın, baskılar nedeniyle başka şehirdeki bir geneleve gönderilir. Hüseyin de yanına gider gelir. Kadın, bu ilişkinin böyle yürümeyeceğini, Hüseyin’e hep yanında kalmasını ya da gideceği yere kendini de götürmesini söyler:

“Ya beni de götür ya sen de gitme.”

Tertemiz, çocuk saflığında bir istektir bu. Lekeden kurtulmak isteyen kadının son isteği!

Kadın, Hüseyin’den yanıt alamayınca sonradan türkü olacak şiiri yazıp intihar eder. Simsiyah bir sondur bu! Bu ölüm, aynı zamanda Hüseyin’in de sonunun başlangıcıdır.

Bu sırada yirmi ay cezaevinde yatan Hüseyin, cezaevinden çıktıktan sonra da alkolik olur. Vicdan azabıyla yanar tutuşurken mal varlığı da iyice zayıflar. Daha sonraki günlerde de oğlu tarafından bıçaklanarak öldürülür. Kocası, oğlu tarafından öldürülen ve oğlunun da cezaevine girmesinden üç gün sonra Nermin ölür. Oğlu da cezaevinde yıllarca yatar. Tam da Yunan tragedyalarındaki gerilim unsurları içeren bir türkü… Ölüm, ölüm üstüne!

Türkünün sözleri aslında sekiz dörtlük… Bülbül, nasıl gülden ayrı düşünülmezse kendisinin de Hüseyin’den ayrı düşünemeyeceğini bir çırpıda anlatmış kadın:

“Bülbül dala konmaz niderim”

Tüm Doğu edebiyatlarında bülbül, gül için ah ü zar edendir. Oysa ilk kez gül, bülbüle ah ü zar eder. Onu bu kötü hayattan koparacak kişi olan Hüseyin’ini de gidince ıssızlığın ortasında ıpıssız kalan bir kadın vardır artık.

Hüseyin’i gördüğünde havada asılı kalabilmek için kanatlarını saniyede seksen kez çırpan sinek kuşuydu oysa bu lekeli(!) kadın. Şimdi kanatları kırık… Kanatları saniyede bir kez bile çırpamıyor. Havada asılı değil artık. Hüseyin mi? Kanatları da mor sümbülleri de yakan günahkârdır.

“Madam Butterfly” ile bu hayat kadınının yazgısı örtüşüyor. İki kadın da çok sevilir, sonra terk edilir. Kimi zaman kadınların-hangi coğrafyada olursa olsun-yazgıları değişmiyor. Puccini, bu hikâyeyi işitseydi önce “Gayrı Dayanamam Ben Bu Hasrete” üzerine beste yapardı.

“Ya beni de götür ya sen de gitme” denen o sessiz çığlığa acı, bir de aşağılanma eklenince öğrenilmiş çaresizlik bütün benliğini sarar bülbül avazlı kadının.

Elif gibi dimdik durmak ya da elifte asılmak…

Bu, kendini dönüştürmeyen, yeni yaşamların olabileceği gerçeğini düşünemeyen bireyin içinde ürettikleriyle doğru orantılı bir karardır.

İp de kuyu da içte…

Şiirin sözlerini yazan kadın, kötü yola düşmüş olmasının nedenlerini sorgulayabilseydi; kendine, diğer kadınlara kurulmuş olan tuzağı da kadınların tarih boyunca alınıp satıldığını, modern zamanlardaysa bunun sessizce sürdürüldüğünü, kapitallerin bu sömürü çarkında her kadını bir araç olarak kullandığını, “insan eti” üzerinden servetlerine servet kattıklarını da anlayacaktı.

Adı bir günahmış gibi zikredilmeyen o kadını öldüren şey, Hüseyin’in gitmesi değil; öğrenilmiş çaresizlikti. Boşluğunu dolduracak anlamları, değerleri üretememesiydi onu öldüren. Kurtarıcı olarak kendini değil, başka birini seçmesiydi.

“Kurtuluşu bir başkasında görmek, yıkılmanın en güvenli yoludur.” (Simone de Beauvoir)

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.