Dansa Davet, Jean Teulê

Dansa Davet

Dansa Davet, geçtiğimiz yıl hayatını kaybeden Fransız yazar, senarist ve karikatürist Jean Teulé’nin son eserlerinden. 100 sayfalık, çok rahat okunan, akıcı bir dile sahip olan kitabın konusu danstan bahsetse de, keyifli, romantik bir konusu yok. Hikayesi, 1518 yılında görülen, dünyanın en ilginç toplumsal histeri vakalarından birine dayanıyor. Strasbourg’da açlık ve sefaletin, insanları cinayete sürükleyen bir yokluğun hüküm sürdüğü zamanlarda, acısından aklını yitiren bir kadın yeni doğmuş bebeğini köprüden ırmağa attıktan sonra aniden sokaklarda dans etmeye başlıyor. Korkunç bir açlık ve kıtlığın hüküm sürdüğü Strasbourg’da kimi anneler sofradan bir boğaz eksilsin diye bebeklerini nehre atarken, kimileri de bebeği daha “verimli değerlendirebilmek” amacıyla pişirip sofraya servis ediyor; giderayak geride kalanları doyursun diye…

Evet, daha ilk sayfadan çok sert bir giriş okuru şoke ediyor. Baş kahramanımız Enneline’e çok kızıyoruz ama Teulé bebeğini nehre atan Enneline’in dansını öyle bir tasvir ediyor ki acısı ile empati kurmaya çalışıyoruz. Açlıktan bitkin düşmüş, zayıflamış vücudu eğilip bükülerek, kasılarak, spastik figürlerle sonu gelmez bir dansa başlıyor. Kısa bir süre içinde ona katılanların sayısı gitgide artıyor ve “Dans Vebası” tüm şehri esir alıyor. Binlerce insan, yaşadıkları ağır travmalar sonucunda bilincini yitirip ölene dek dans etmeye başlıyor. Şehir yöneticileri şaşkın; kader kurbanı bu zavallılara ne yapsalar, bıraksınlar da ölene kadar dans mı etsinler, yoksa vatandaşlarını bu garip hastalıktan kurtarmak için bilimsel, büyüsel veya dinsel çareler mi arasalar?

Önce öyküyü tamamen kurgu sandım, ama kitapta yer, tarih ve yönetici zevatın isimleri açıkça belirtilince bir bakayım dedim, gerçekten de 1518’de Strasbourg’da böyle bir toplumsal histerinin yaşandığını öğrendim. Halen sebebi tam anlaşılamamış bir vaka; gıda (mantar) zehirlenmesinden, stres kaynaklı histeriye kadar birkaç teori var. Yazar da konuyu gayet anlaşılır bir şekilde kilise ve din adamlarının halkı sömürüsü, yeni başlayan protestan hareketin yarattığı bilinmezlik ve hatta Türk istilası korkusuna bağlamış. Türklerle ilgili anekdotlar gayet komik ve şaşırtıcı; daha İstanbul yeni fethedilmiş, Mohaç Savaşına bile 10 yıl var, Osmanlıların Strasbourg gibi oldukça batıda bir şehre ulaşması çok uzak ihtimal; ama ona rağmen sürekli Türklerle ilgili dehşet hikayeleri sokaklarda esiyor, sırf Türk akıncıları gözlemek ve gelişlerini haber vermek için ayrı bir çan kulesi yapılıyor! Türk korkusunu yazarın kurgusal bir abartısı olarak görmeyin, çünkü iki kez kuşatma geçirmiş Viyana’da, Stefansdom Katedrali’nin Türk akıncıları gözetleme görevi 1956 yılına kadar sürmüş, 1956!

Kitabın en can acıtıcı anekdotları, katolik kilisesi ve ruhban sınıfın toplumu acımasız sömürüsüne dair ve okuyucuyu gerçekten dehşete sürüklüyor. Endüljans adı verilen din ve tanrı ticaretinin ne kadar geliştiğini görmek akıllara ziyan veriyor; bizler de ortaokul din bilgisi derslerinde oldukça yüzeysel bir tanımını öğrenmiştik, cennete giriş belgesi veya cennette bir arsasının tapusu satılıyor gibi… Kilise öyle ürünler, hatta türev enstrümanlar üretmiş ki, her keseye, inanca, halet-i ruhiyeye göre ne ararsan var. Konuya/temaya göre işin içine birkaç aziz de kattın mı tadından yenmiyor; bu kitapta da dansçıların azizi işin içine giriyor. Tanrıyı dünyanın en karlı ticari metası haline getirenler, inançları üzere onun karşısına çıkarlarsa kendilerini nasıl savunacaklar, çok merak ediyorum ve seyretmeyi isterdim.

Sonuçta Kilise baskısı, aristokrasi/burjuvazi sömürüsü, salgın hastalıklar, kıtlık, kuraklık, hatta beklenmedik iklim olayları, Türk korkusu ve umutsuzluk birleşince garip bir histeri yaşanmış ve insanlar tabanları patlayıp yorgunluktan bayılana ve hatta ölene kadar dans etmişler! Bir diğer ilginç detay da bu dans histerisinin bulaşıcı olması; yanınıza yaklaşan bir dansçıdan etkilenip istemsiz olarak kolunuz bacağınız sallanmaya başlayabiliyor. Lise yıllarımızın elektrik boogie dansı akımı gibi; bir dansçı diğerine ufak bir kıvılcım verir, o da yılan gibi kıvrılmaya başlardı. Dans histerisi de, toplumun en umutsuz, aç ve fakirleri arasında yayıldığı gibi, bu işi (her zaman olduğu gibi) şeytana bağlayan bazı din adamlarına, burjuvalara, subaylara bile bulaştığı olabiliyor. Covid benzeri bir salgın misali… Bu ilginç toplumsal vakayı, fantastik şeyler çizmek için bahane arayan Pieter Bruegel de hemen resme dökmüş…

Böyle bir ölümüne dans hikayesine edebiyat ve sinema tarihinin olağanüstü eserlerinden “Atları da Vururlar”da şahit olmuştuk. İki öykü bir birinden farklı gelişse de, altta yatan ümitsizlik, bezmişlik ve kurtuluş için son çare “ölümüne dans” ortak paydaları. 1518’de dansçılar “şeytanın ele geçirdiği” zavallılar olarak görülürken, 1935 tarihli romanda zengin sınıf bu zavallıların dramından kendine bir eğlence çıkarmayı akıl ediyor ve onları küçük bir kurtuluş umudu karşılığında ölümüne dans ettiriyor. Eh, bu yaklaşımın birkaç rötuş ile bugün de devam ettiğini söylemeye gerek yok. O zaman ne yapıyoruz? Hepinizi piste davet ediyoruz! Hadi bakalım, dans! “Ben dans etmesini bilmem” demeyin, biz de bildiğimizden değil…

Onur Ataoğlu hakkında 1 makale
Tam zamanlı mühendis, yarı zamanlı yazar, her zamanlı baba, çok zamanlı okur, eş zamanlı sinema seyircisi, pek zamanlı bisiklet binici ve izleyicisi, zaman bulursa yüzücü, pinponcu, dağ bulursa tırmanıcı, "Japon Yapmış", "Japon Ne Yapmış" ve "Japon Yapmış Türk Gezmiş" kitaplarının tembel yazarı...

1 Comment

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.