Annem ve Uzaklar

Annem ve Uzaklar

İkindiüstü… Kasabanın hemen dışındaki evimizin dereye bakan bahçesinde, salkım söğüdün altında annemle çay içiyorduk. Sandalyedeki annemin hemen dizinin dibinde toprağa oturmuş, suları her yaz çekilen dereye ayaklarımı uzatmıştım. Hem çayımı içiyor hem de renkli çakıl taşları izliyordum. Arap bülbülleri, derede sivrisinek avlıyor, söğüde konuyor, gökyüzünü yırtarcasına uçup duruyordu. Sessizliği onlar bozuyordu sadece. Bir yaz kadar sessiz olan annem beyaz tülbendini kulaklarının arkasına atmış, çok uzaklara bakıyordu yine.

İstanbul’da çalışmayı çok istiyordum. Ama annemi yalnız bırakmaya gönlüm elvermediği için gidemiyordum. Bu kasaba yazgımdı sanki. Ne annemim benden başka kimsesi vardı ne de benim annemden başka kimsem… Annem, uzaklara bu kadar dalmasaydı, bu kadar sessiz olmasaydı İstanbul’a gidebilirdim. Ama ne annem uzaklara bakmayı bıraktı ne de ben İstanbul’a gidebildim. Kendine bile sesiz olan bu kadını bırakıp gitmek, onu Tanrı sessizliğine gömmek olurdu. Annem uzaklardan vazgeçmeyecekti. Annem, ben, evimiz, bir de bu dere… Birbirimizden kopamayacaktık.

Sıcak bir temmuz olmasına rağmen söğüdün gölgesi serindi. Dere de öyle… Uzattığım çayı alırken annemin ellerinin titrediğini fark ettim. İçim acıdı, eğilip boştaki elini öptüm.

– Ellerin titriyor anne, dedim.

– Otuz yıldır titriyor, deyince donup kaldım. Hiç fark etmedim, dedim.

– Evlatlar annelerinin gözlerine bakar, ellerine değil, dedi gülümseyerek.

Otuz yıl… Bu otuz yıl, babamın çekip gittiği yılların toplamıydı aynı zamanda. Otuz yıl… Tam otuz yıllık bir acı çöktü yüreğime. Keşke annemin uzaklarını görebilseydim. O uzaklardaki kırgınlıklarını, hüzünlerini, sitemlerini anlayabilseydim. Bir kadının susması acı ama annenin susması karşıdakine büyük bir işkence… En azından bana… Annem hep susuyor. Annem uzaklarını demiyor; annem, uzaklarını anlatmıyor ki… Unutmak, en büyük cezadır da annem unutmuyor. Annem uzaklarını bana hiç demiyor. Bu bir çift göz, dinmeyen bir sızıyla hep seyranda… Uzak seyranlarda… Tam otuz yıllık seyranda… Annem bana seyranını demiyor.

– Anne, dedim çay da böyle gitmiyor. Övelemeç yapıp getireyim mi?

Annem, çayını yudumlamaktan vazgeçip bardağını masaya bıraktı. Dönüp yüzümü sevdi o kuru, o titreyen elleriyle. O anne olan elleriyle…

– Sen otur oğlum, dedi, ben yapıp getiririm.

Konuşmama dahi fırsat vermeden ağır adımlarla eve doğru yürüdü. İki tarafında da domates, biber, kabak ekili bahçenin dar taşlı yolunda yürürken öyle yavaştı ki yeri incitirim diye korkuyordu sanki. Aklında o uzak yerler… İzlediği filmi yarıda kesmiştim. Uzaklar annemsizdi şimdi. Annem hep susuyor.

Geldiğinde övelemeçle tıka basa dolu iki tabak vardı tepside.

– Anne, dedim çok yapmışsın, hepsini yiyemeyiz ki…

– Bir tabağı kuşların, balıkların, dedikten sonra söğüdün ilerisindeki açıklığa övelemeçlerin bir kısmını koyup kalan kısmını, suları çekilmiş soğuk dereye boşalttı. Arap bülbülleri, serçeler, tarla kuşları övelemece dadanırken balıklar da yiyeceklerini hoplaya zıplaya suyun içine çekmeye başladı. Onlara imrenip ben de yemeye başladım. Kuşlar, balıklar ve ben… Öyle mutluyduk ki… Sanki övelemeç değil, mutluluk yiyorduk. Annem bize mutluluk pişirmişti.

– Anne, dedim babam neden gitti? Gittiğinde beş yaşında ya var ya yoktum.

– Arından gitti. Nedenini, görürsen bir gün ona sor, dedikten sonra sustu.

Ar sözü kısa… İki harfli bir sözcük ama annemim ağzında çıkarken öyle ağırlaştı, öyle büyüdü ki yanıtsız bir bilmeceye dönüştü. Ne demek istediğini sormamın yararı olmayacaktı. Bir ittihatçı gibi ketumdu çünkü yüzü. Ser verebilirdi ama sır asla… Söğüdün altındaki az önceki kadın gitmiş, yerine burnundan soluyan kadın gelmişti. Uzaklara kinle bakıyordu şimdi. Elinde olsa o uzakları talan edecek, her şeyi yakıp yıkacaktı. Her şeyi ama… Biraz korkumdan biraz da onu üzmemek için sustum. Onun acıları vardı. Seneca haklıydı: “Hafif acılar konuşabilir ama derin acılar dilsizdir.” Annem lal… Annem kelamsız… Tabağımdaki son lokmayı yiyemedim. Yeseydim zıkkım olacaktı sanki. O lokmayı balıklara attım ben de.

– Gitmekte haklıydı, dedi sadece.

– İnsanı boğan bir kasaba burası anne, dedim. Benim de gitme isteğim oldu hep.

Söğüdün altındaki kadın kırılıverdi:

– Git, dedi sen de git.

Sesi de yüreği gibi üzülmüştü. Tekrar uzaklara daldı. Bir derviş gibi içine çekildikten sonra bir yaz sessizliğine büründü.

– Ama babamın gitmesini haklı buluyorsun, benim gitmeme de hak verirsin sanmıştım, dedim.

Uzakları bırakıp bana döndü. Yüzü mutsuzdu. Tülbendini düzeltti. Bunu yaparken aslında söyleyeceklerini düşündü. Yüzünde çizgiler iyice çoğalmıştı. Annem, hızla yaşlanıyordu.

– Çok üzülürüm, dedi.

– Seni bırakıp gitmem ki, dedim.

Sonra başımı dizlerine dayadım. Annem bir kalıp yeşil zeytin sabunu kokuyordu. Kuru ellerini saçlarımda gezdirmeye başladı. Başım annemin dizlerinde, böyle yüzlerce yıl kalabilirdim. Söğüt dalları, annemin yüzüne kadar eğilip kulağına bir şeyler fısıldadı. Annem de gülümsedi. Az ötede bir tarla faresi hızla gelip övelemeçlerden bir şeyler kaptıktan sonra aynı hızla uzaklaştı.

– Herkes rızkını yer, dedi annem. Baban da övelemeci severdi. Ona çekmişsin.

– Babam döner mi anne, dedim.

– Bakarsın döner, dedi.

Sonra tekrar uzaklara daldı. Babamı gördü orada. Annem, babamı “Sen ol da ister yâr ol, ister yara. Lütfun da başım üstüne kahrın da.” diyen Şemsi Tebrizi gibi seviyor. Annem, babamı hâlâ çok seviyor.

Bir rüzgâr karşıki dağların kekik kokusunu getirdi. Hava annem ve kekik kokmaya başladı. Annemin dizlerinin dibinde öyle mutluyum ki…

Bahçedeki domatesler, kabaklar, biberler su istiyordu. Annemin içindeki derviş uyanıp Voltaire’in Candide’indeki dervişe dönüştü. Elimden tutup kulağıma fısıldadı:

– Bahçemizi yetiştirelim, dedi.

1 Comment

  1. Çok güzel, duygu dolu bir anlatım. Derin acılar dilsizdir. Dervişe sormuşlar: Çok mu acı çektin? Derviş de şöyle demiş: Herkesin çektiği kadar…
    Erhan Karakahya

Comments are closed.