– Okul nasıldı bakalım bugün?
– İyiydi.
– Dersler?
– İyi.
– Öğretmenin bir şey söyledi mi senin için?
– Efendim?
– Senin aklın nerede bakayım, dinlemiyor musun beni?
– Dinliyorum işte. İyi dedim ya.
– Öğretmenin diyorum, bir şey söyledi mi?
– Ödevime aferin dedi.
– Ben söylemiştim değil mi, bu kitabı seç diye. Bak gördün mü?
– Evet, gördüm. Senin dediğin çıktı. Öğretmen de aferin dedi sana.
Az önce kaplumbağa bulduğumuzu bilmiyorsun. Çünkü söylemedim sana. Evet arka bahçedeki kulübenin önünde duruyordu. Şaşkın bir hali vardı. Deniz kaplumbağası ne arasın burada. Anladım, denizden çıkmış balık gibi, evet. Deniz kaplumbağası değil ama. Avcumun içini yaladı ışıklar, bugün. Kuyrukluyıldızların soluğu değdi parmaklarıma. Garip gelecek belki, keskin bir amonyak kokusu duydum sonra. Az öncesine kadar pırıltıları duruyordu avcumda. Sana gösteremem. Zaten göstersem de göremezsin. İzleri var elbette ancak görünmüyor, hani tüylü bir şey değince eline ürperirsin ya, onun gibi bir şey işte. Hafif, tüysü, varla yok arası. Kendisi değil de geçtiği yolun izi dokunmuş gibi. Gözün kapalı da olsa, önünden bir ışık geçtiğinde onu göremez ama geçtiğini de bilirsin değil mi? Kapalı çünkü gözlerin. Işığı duymak gibi, evet. Gölgesinden tutmak gibi cisimleri. Değmeden dokunmak. Tüylü bir şey yaklaşırken dudağına, yani tam değmek üzereyken. İşte o andan söz ediyorum sana. Titrer gibi, bir ışık seli geçerken parmaklarının ucundan. Kendisinden değil, izlerinden söz ediyorum elbette. Sözcüklerin. Kaplumbağa diyordum. Esat’la birlikte okuldan dönerken gördük, bisikletimizi yasladığımız yıkık kulübenin yanında. Sana söyleyemem çünkü söz verdik Esat’la birbirimize. Biliyorum, elimizi sürmeseydik iyi olurdu. Ama o zaman kabuğundaki küçük su damlalarını da fark edemezdik. Otlar değmiş yürürken. Esat geldiği yeri bildi hemen. Korunun arkasındaki ormandan gelmiş, yoldaki otlar yağmur sesini toplamışlar bütün gece. Esat da onun ayak seslerini duymuş. Buraya gelmek için otların arasında sabaha kadar yürümüş. Kaplumbağalar çok uzun yaşayabilirlermiş. Öyle ki, ormandan buraya kadarki yolculuk süresi, onların ömrünün kısacık bir anına denk gelirmiş. Oysa ben tüm gece yürüsem, şimdiye kadarki en uzun yolculuğum olur bu. Kaplumbağanın geldiğini düşündüğümüz yolu hızlıca kolaçan ettik. Tek başımıza gitmesek iyi olurdu ama kaplumbağa da tek başına geldi o yoldan biliyorsun. Sağlı sollu baka baka iyice gezindik, annesi, babası, arkadaşları var mı diye bakındık çevreye. Kimse yok dedik, sonra. Fısıltıyla söyledik yüzüne. İşin doğrusu yüzüne söyleyemedik. Kaplumbağalar yüzünü isterse gösterirmiş, “henüz bize göstermiyor” dedi Esat. Kabuğunun içinde bekliyormuş. Gülünç geldi bana ama gülmedim. Gülersem alınabilir, yüzünü göstermekten tümüyle cayabilirmiş sonra. Onun için her adımımızı düşünerek, dikkatle attık. Avcumdaki pırıltıları görmeliydin. Ah, yüzünü görseydim keşke. Pütürlü bir derinin içinde kavisli, kuğu başı gibi. Bir kereliğine de olsa görseydim yüzünü, başka da bir şey istemezdim. Tam iki saat bekledik başında, inanabiliyor musun? Kapatmış kapılarını sanki dünyaya. Geri çekildik, kulübenin arkasına saklandık, yere yattık, ayrı ayrı gittik, yan yana gittik, yavaşça sokulduk, birden atıldık ama bana mısın demedi. Bir ara arka ayaklarını çıkardı ancak geri çekti sonra. Esat dokundu sanırım bir ayağının ucuna, ben yetişemedim. Uzandığımda evine girmişti çoktan. Derisi soyulmuş biraz, dedi Esat. Öyle ballandırarak anlattı ki, üzüldüm elimi çabuk tutmadığıma. Sarı benekleri de var üzerinde. Yüzünü görebilseydim keşke. Bir kereliğine de olsa, görebilseydim yüzünü. Hiç kıpırdamadan öyle dikkatli bakıyorduk ki, başını çıkarsaydı deliğinden, o da bizi görecekti.
Hava kararınca bıraktık onu kendi başına, marul bulduk çöpten. Evet karıştırdık çöpü. Neyle olacak elimizle. Doğru karıştırmasak iyiydi ama karıştırdık işte, iki elimizle. Çok güldüm: Esat, kapluş diyor kaplumbağaya. Bir de yüzünü gösterseydi bize. Esat sürekli başında beklersem, kaplumbağanın bana benzeyeceğini söyledi. Kabuğundan çıktığında kimi görürse ona benzetirmiş kaplumbağalar yüzünü. Sonra değişirmiş, daha fazlasını gördükçe, hepsine birden benzermiş. Yaşlı bir kaplumbağanın yüzü, belki binlerce yüz edebilirmiş. Zarar görmemek için sanırım, karşısında kimi görürse hemen taklit edebilirmiş. Evet. Kimse kendi yüzüne bakarak kötülük yapmaz çünkü. O zaman, şimdi de çıkıp beni görsün dedim içimden. Hadi bakalım. Çıksın karşıma. Burada bekliyorum işte. Bir çıksaydı deliğinden, yüzümdeki her şeyi, olduğu gibi verecektim zaten.
– Okuldan diyorum geç mi çıktınız bugün?
– Neden sordun ki?
– Saat kaçta girdin içeri, farkında değil misin? Her gün, bu saatte mi geliyorsun sen?
– Yok. Okuldan aynı saatte çıktık da evin önünde oturduk biraz.
– Bana niye haber vermedin?
– Oturduğumu mu? Haber olacak bir değeri yok diye düşündüm.
Yarın sabah okula giderken yeniden bakarım. Beni bekler mi acaba? Ben olsam beklerdim. Birisi beni bu kadar görmek istiyorsa, görüversin canım derdim. Ne zararı olacak ki bana? Görsün gitsin. Kendi yoluna. Ben de kendi yoluma giderim sonra. Evet, öyle derdim. Peki beklemezse, ya dönerse yaşadığı yere beni görmeden. Ya bulamazsam yarın izini. Dışarı çıksam, annem kuşkulanır, zaten sorgulamaya başladı bile. İnsanlar da yüzünü saklar dedi, Esat. O anlayabilirmiş kimin yüzünü sakladığını. Başka insanlara benzemezmiş çünkü onlar. Aynaya bakmak için bile maske takarlarmış. Ne bileyim ben, öyle dedi işte. O zaman aynada kendilerini değil de maskeyi görmezler mi diye sorunca, şaşırdı Esat. Sanırım, bazen atıyor biraz. Hemen değiştirdi lafı, başka konulara atladı.
– Anne, beni ilk kimler gördü?
– O ne demek şimdi?
– Yani beni ilk kez kimler gördü dünyada?
– Sanırım doktorun, sonra ben ya da hemşire, sonra baban. Sonra da bin tane insan. Soracağını bilemediğimizden çetelesini tutmayı akıl edemedik o zaman.
– Ben de ilk onları mı gördüm?
– Ne yapacaksın şimdi sen bunları, ödevden kaçmak için ne uyduracağını şaşırdın iyice.
– Ben de onları görmüş olmalıyım değil mi?
Gidip aynada iyice baksam yüzüme, bugüne dek gördüğüm kişileri görebilir miyim acaba içinde? Annemi seviyorum ama ona fazla benzemese bence daha iyi olur. Geçen yıl akşamüstlerinde, denize bakan bir kadın vardı iskeleden ufka doğru. İskelenin o kadar ucunda duruyordu ki, rüzgârla birlikte nasıl düşmediğine şaşıyordum. Hoş düşse bile, bakışları, iskeleden denizi seyretmeyi sürdürecek gibi görünüyordu. Gözleri, zamandan, kişiden, yerden bağımsız, orada öyle asılı duracak, evrenin son gününe dek seyredecek gibi önündeki manzarayı. O, kıpırdamadan dururken iskelede, ben evde sesimi çıkarmadan otururdum. Yazlıktaki odamın balkonundan seçebiliyordum biraz yüzünü. Çaktırmadan bakıyordum ama. Yüzüm diyorum. İşte o kadına da benzesin isterim biraz. Sırtında ince bir şal ile koyu bulutları gökyüzünün. Dudağı bazen öne doğru uzuyor hafifçe, su çulluğunun gagası gibi yavaşça dokunuyor yere. Bazı akşamlar darmadağın oluyor önündeki manzara. Gene de bakıyor her akşam aynı saatte, aynı yöne. Ne beklediğini bilmesem de beklediği bir şey var işte onun bakışında. Bizim sokaktan geçen eskicinin yüzüne de benzesin isterim, gülünce. Eyvah, çingene çocuklarla oynama demişlerdi de dinlememiştim. Al işte, sümüklerim akıp duracak ömrüm boyunca. İnsanların eski fotoğraflarına bakınca şaşırıyordum hep. Ne çok ne çabuk değişmişler diye. Kim bilir kimleri gördüler o arada. Kim bilir kaç kez değiştirdiler yüzlerini. Yarın Esat’a sorayım, rüyada görsek birbirimizi, yani kaplumbağayla ben, gene benzer mi yüzlerimiz birbirine, yoksa gerçekten görmek mi gerekli. Yatmadan önce, kendimi çok zorlarsam, görebiliyorum istediğimi. İleride göreceğim yüzlerce insanı düşününce, yüzümün alacağı biçimi hayal bile edemiyorum. Belki de değişmeden kalmak için kabuğuna çekiliyor kaplumbağa. Hayır kapluş. Koruyor yüzünü zamandan. Önüne çıkan herkese bakayım dese, iki gün sora kendi yüzünü tanıyamayacak.
Durun. Eğer isterse, yüzünü gösterir. Sakın dokunmayın.