Turnalar Batı’ya göç ediyor. Ne bir çift turnayı dallarda göreceğiz ne de sılaya selam göndereceğiz bundan böyle. Yeşilbaşlı gövel ördekler mi? Onlar da Batı’ya kanat çırpıyor. Gövel ördekler, göllere inmeyecek artık. Ne bir çift turna dallara, ne bir çift ördek göllere…
İnsanlık tarihi kadar eskidir göç olgusu. Kıtlık, talan, savaş, afetlerle sürüp gelen göç olgusu, küreselleşme süreci ile biçim, nitelik değiştirdi. Daha öncesinde Batı’ya işçi göçü varken bugün durum, öğrenci göçüne dönüştü.
Öğrenciler, Batı diyor… Batı… Başka bir şey değil! Yurt dışında okumak, orada kalmak… Ağız birliği etmişçesine “Hayat orada, iş olanakları orada” diyor hepsi.
Sadece öğrenciler mi böyle diyor? Zenginlerin çoğu, yurt dışından ev alıp oraları ikinci vatan yaptılar, oralara yerleştiler çoktandır. Şimdi, öğrenciler yurt dışına gitmeyi istemekte haksızlar mı?
Haksızlar!
Zengin gider. Onun tuzu kuru. Zenginin yurdu yoktur. Nerede rahatsa orayı yurt edinir. Sanki bu topraklarda büyümemiş gibi, sanki bu topraklarda para tutmamış gibi… Bir insanın kimseye borcu olmayabilir ama büyüdüğü toprağa borcu vardır. Minnet borcu denir buna. Vefa denir. Hayatı anlamlandırmaya başlanan yere saygıdır bu.
Anadolu… Gelişmekte olan topraklar… Anadolu’nun karanlık gecelerinde trenle ya da arabayla yolculuk ederken görürsünüz dağlarda, ovalarda evlerin ışıkları yanar. Kimi kimsesi olmayan evlerin ışıkları… Başı dumanlı bir dağın eteğinde soluk ışıklı bu evlerde düşler kurulur. Ovalarına kuşyemi gibi serpilmiş köylerde, kasabalarda her evin düşleri vardır. O karanlık gecelerde, evlerin ışığı söndüğünde tüm dağlara, tüm ovalara öyküler yayılır. Her eve özgü ayrı öyküler…
Bu topraklardan geleceğin umudu öğrenciler de giderse o öyküleri kim okur? Kim ütopyalarını gerçekleştirir o evlerin? Başı sıkışan her insan çekip giderse adalet, hukuk küsmez mi? İnsanlığımız eksilmez mi?
Tüm olanaksızlıklara karşın üretmek gerek. Bunu da ancak yurt dışına gitmekten vazgeçecek olan genç beyinler yapabilir. O genç beyinler ki Anadolu’nun geleceğine bilinç ekecek olanlardır. O bilinç adalet olarak, o bilinç hukuk olarak, o bilinç bilim olarak yeşerecektir ileride yoksul Anadolu topraklarında. Evlerin öykülerine el atacak beyinler, başı dumanlı dağ eteğindeki insanlara umut aşılayacak beyinler… Onlar da çekip giderse…
Bir toprak, insanıyla anlamlıdır. O topraktan biri giderse anlamın bir parçası eksilir. Bütünün her yanı yaralanır. Bir yanımız değil, her yanımız paramparça olur. Gitmek rahatlık verir, kalmaksa cefa… Hangisi daha insanca? Rahata kavuşmak mı, cefaya kafa tutmak mı?
Gençlerin düşünmesi gereken bir soru da budur?
Bir yurdun gelişmesi, çağdaşlık seviyesine yükselmesi ortak çabanın ürünüdür. Kişi salt kendi rahatı için yaşmamalı. İnsanın insana sorumluluğu vardır. “Bir insanın tek başına mutlu olması utanılası bir şeydir.” der Camus. Öyledir. Coğrafyasındaki mutsuzluklar dururken birinin çekip gitmesi utançtır. Bir insanı erdemli kılan, diğer insanı kurtarmasıdır. İnsanları kaderin elinde bırakan geleneksel inançlarla savaşmak varken, doğa ve toplumsal olaylarla aydınlatmak dururken, gerçeği yaratmak beklerken çekip gitmek reva mıdır?
Sermayesi nitelikli insan olan beyinlere gereksinmemiz var oysa. Kaçmak, çok ucuz değil mi? Gidenin öyküsü olmaz. İnsan, çekip gidince kendini kurtuldu sanır. Ama kurtulmaz. Vefa ve minnet, boğazında bir zıkkım gibi durur. Toprağına vefası, minneti olmayanın yurt bilinci de yoktur zaten.
13.yy.’da Anadolu, Moğol istilası, isyanlar ve taht savaşımlarıyla bir kargaşa içindeydi. Hem ekonomik hem sosyal hem inanç sorunlarıyla boğuşmaktan uykuya hasret yaşamaktaydı insanlar. Her yanda kargaşa, her yanda çatışma… Her zor koşul, kendi değerini yaratır. Yunus Emre, Mevlana çıkageldi bir gün. İnsanları; birliğe, hoşgörüye çağırdı. İnsanlara sabrı, erdemi, umudu aşıladı. İnsanlığa ışık oldular kocaman sözleriyle.
Karanlık Ortaçağ’da koşullar kolay mıydı sanki? Bruno’yu yakmadılar mı, Bruno yanmadı mı? Avrupa’da icatları, keşifleri zor koşullar doğurmadı mı?
Gençler, sizde ışık olabilirsiniz Anadolu’ya. Uçup gitmeyin ne olur! Bizi ardınızda bırakıp turnalar gibi havalanmayın uzaklara. Siz de giderseniz her şey küser. Her öykü, her ütopya sahipsiz kalır.
Batı’nın verdiği ödüllere aldırmayın siz. 1901’den beri verilen iki Nobel’e kanmayın. Batı, kendi gibi düşünmeyene, kendi olmayana ödül vermez. Verse de bu ödül üzerinden, Doğu’ya, ideolojik bir şeyler heceler:
“Ya benim gibi düşünürsün ya da benden değilsin!”
Batı, kendine benzetmek için her insanı öğütür, sindirir. Köksüz, hafızasız bırakır. Ama eli para görenin gözü gerçeği görmez. Yaşarsınız yaşamasına ama köksüzlüğünüz, belleksizliğiniz hep bağırır.
Beyin göçü… Acının somut hali… Siz, Batı’dasınız ama anılarınız yurtta, siz Batı’dasınız ama ruhunuz memlekette, o başı dumanlı dağ eteklerinde… Siz oysa Türkiye’siniz. Siz, bir dere yatağında söğüt ağacısınız. Anadolu’nun bir köyünde kendi başına bozkırlara bakan kavak ağacısınız. Dallarınıza tüneyen kuşlarınız ölür siz giderseniz. Salkım söğütler kurur, kavaklar ayakta ölür.
Batı’nın gücüne güç katmak mı, yurt bilinci mi? Gençlerin düşünmesi gereken bir diğer soru da budur.
Bilimsel, özgür ortam için Batı, deniyor. Anadolu’nun topraklarındaki temele ilk taşı siz koymazsanız özlenen bilimsel ve özgür ortam nasıl oluşur? Zor, diyorlar. Zor… Hayır, zor değil. Çokla anlatılmayacak kadar zor… Çok çok zor… Ama zor değerlidir. Öyküsü vardır her zorun.
Çalışmak mı istiyorsunuz? Alın işte Anadolu. Güç, çok güç koşullar var, doğru… Ama başarı da kimseye de altın tepside sunulmaz. Bir çaba, bir alın teri, bir emek olmadan hiçbir değer gökten zembille inmez.
“Ben büyüttüm, eller aldı” türküsü, bir annenin küçük yaşta evlendirilen kızına yaktığı ağıttır. Anne, gidene ağlar. Siz gidersiniz, ardınızda bir tek ağıt kalır, anneler ağlar. Batı’da asla ve kata öykünüz olmayacaktır. Batı, öykü kurmanızı istemez.
Giden değil, kalan kahramandır. Öyküler, kahramanlara hastır çünkü. Zora katlananın, acıya göğüs gerenin, bilincinde coğrafya, bilincinde memleket olanın öyküsü olur da mutluluğun öyküsü olmaz. Hiç olmaz.
Siz giderseniz gençler, siz de terk ederseniz bizleri Ağrı Dağı’nın erimeyen karları gözyaşı olup da akar. Toroslar, çiçek açmaz olur. Karacaoğlan’a, Dadaloğlu’na sevda veren Torosların duldalarında bir genç, sevgilisini beklemez artık. Geçtiği topraklara can veren Kızılırmak, kırgın, göynük akar.
Turnalarımız, yeşilbaşlı gövel ördeklerimiz bizi terk ediyor. Batı’ya uçuyor. Uzaklara.
Yunus Emre olmak, Mevlâna olmak… Zor değil, çok çok zor… Keskinli Hacı Taşan’ın bir türküsü vardır. “Açtım Perdeyi, Turnamı Gördüm”
Peki ya biz? Her sabah perdelerimizi açtığımızda turnalarımızı göremeyecek miyiz artık?
Türkiye’nin ikinci İdil Biret’i olarak anılan Gözde Gülcan Dağhan henüz 27 yaşında. Birçok uluslararası yarışmada birincilikler kazanır ama siyasiler söz verdikleri piyanoyu 5 yıldır almazlar. Gülcan, tam 5 yıl bekler piyanoyu. 5 yıl… Bunun üzerine Gülcan da davet aldığı Viyana’ya tam burslu gitti on gün önce. Bir turna daha ağdı göklere. Bir öykümüz daha bitti.
Gülcan sana piyano kurban olaydı, gadanı alaydı bir piyano. Gülcan, sen neden gittin?
Senin kuşların ne olacak Gülcan? Senin söğüt ağaçların ne olacak? Kavakları ne yapacağız? Üzerinde yuva yapan kuşlar ölüyor bir bir. Onları ne yapacağız Gülcan, onları ne yapacağız?
Gülcan sen niye gittin?
Amma velakin ezcümle ha söyle de söyle!