Sabahın seherinde adını bilmediğim kuşlar ötüyordu gözlerimi açtığımda. Sol yanıma dönüp baktığımda Elif yoktu. Balkona koştum. Bahçedeydi. Salkım söğüdün altında oturmuş, karlı dağlara bakıyordu. Dağlardan daha uzaklara… Çok uzaklara… Onu öyle yalnız görünce balkondan atlayabilirdim.
Merdivenleri aceleyle indim, yanına gidip oturdum. Beni fark etmedi bile. Uzaklardaydı gözü. Dağlardan daha uzak bir yerlerde… Gökyüzüne bakıp gülümsedi birden. Turnalar geçiyordu. Garip, hüzün kokan seslerine takılıp kaldık ikimiz de, kayboluncaya dek baktık arkalarından. Sonra Elif, başını dizlerine dayayıp yeniden dağlara daldı. Ben kendime kaldım.
Bahçede güzün hüznü vardı. Bir kısmı yerde bir kısmı dallarda olsa da sararan yaprakların olduğu yerde hüzün yaşıyordu. Güz bahçedeydi. Her yan sessiz, her yer yalnızlık… Uçsuz bucaksın gökyüzünün altında ben, Elif, bir de güz yapayalnızdık.
– Elif, kahvaltı hazırlayacağım. Buraya getireyim mi?
Dağlara, daha uzaklara gülümsedi. Beni duymadı bile. Ben yine de yukarı çıkıp kahvaltı hazırladım. Dabuleyi çok severdi. Tepsiye onlardan da bırakıp yanına indim.
– Bak, sana kahvaltı getirdim. Burada yiyelim. Dabule de var. En sevdiğin kurabiye…
Önüne koyduğum tepsiye baktı. Dabuleyi aldı. Bir süre baktı. Sonra var gücüyle sıktı. Dabule avucunda dağıldı. Elini açıp konuştu:
– Hasan yesin bunu. O çok sever.
Donup kaldım. Göğsümde karlı dağlar vardı sanki. Konuşmaya çalıştım, dilim ses vermedi. Sesim, dağların altında kaldı. Orta Asya bozkırlarında ulaştıracağı mektubu kaybeden bir Tatar savaşçısı gibi çaresizdim.
– Hasan benim Elif, dedim neden sonra. Hasan benim.
Yüzüme baktı. Göz gözeydik. Gözleri öyle boş, öyle donuktu ki hiçbir duygu, hiçbir iz yoktu. Gözünü oyup cam takmışlardı adeta. Elif’in güzelim ela gözleri yoktu yerinde. Saçlarını öptüm. O hâlâ bana bakıyordu.
– Sen kimsin, dedi.
– Hasan’ım, dedim.
Yukarı çıkıp Elif’in giysilerini bavula yerleştirdim. Saat onda orada olacaktık. Aşağıya inip bavulu arabaya yerleştirdikten sonra elinden tutup arabaya bindirdim. Camdan uzaklara bakıyordu yine. Huzur evinin önüne geldiğimizde ağlamamak için kendimi zor tuttum. Müdür bahçedeydi, bizi görünce yanımıza geldi. Bavulu arabadan çıkardı. Elif’in eli elimde, içeri girdik. Müdür, beni rahatlatmak için sürekli konuştu. Bense sustum. Konuşacak takatim yoktu, sonra dağlar vardı göğsümde. Müdür konuşurken mavi gözleri, bir baba şefkatiyle bakıyordu. Elif’se dışarı… Hep uzaklara… Hep benim olmadığım yerlere. Hep benim olmadığım uzaklara bakıyordu.
– Siz, gidebilirsiniz, dedi Müdür. Hanımefendi artık, bizim ailemizin üyesi. Bizim kızımız.
Odada biraz daha kalsaydım hıçkırarak ağlayabilirdim. Dışarı çıktım, koridorda birkaç adım attık ki Elif’in çığlığını duydum:
– Hasan beni bırakıyor musun burada?
Donup kaldım. Sesi koridordan dışarı çıktı bütün şehre, bütün gökyüzüne yayıldı. Sesi, paslı bir Arap hançerine dönüşüp böğrüme saplandı. Nerden çıktığını bilmediğim bir hemşire koluma girdi.
– Alzaymır hastalarının ara sıra aklı başına gelir. Sizin eşinizin de böyle şu an. Siz gidin, biz ilgileniriz. Sizi geçirmemi ister misiniz?
Arabaya nasıl bindiğimi hatırlamıyorum bile. Hatırladığım tek şey, içime atılan bir avuç kor ateş, bir de böğrümdeki o paslı Arap hançeriydi. Sönsün diye su serpsem o bir avuç suyu da yakacak kor ateşlerdeydim.
Bütün harflerin mahreçlerini dolanıp da gelen Elif… Kendi ruhaniyetinde seyran eyleyen Elif… Her harf senden çıkmadır, sana yaslanır da neden bana bakmaz, neden bana yaslanmazsın hiç? Her harfe hayat veren Elif, neden bir tek bana hayat vermez, gönlüme yerleşmezsin? Elif, dedim, çok sevdim. Sevdim de Elif, hep uzaklara baktı. Benim olmadığım uzaklara…
Şimdi, 90 yaşındaki anneme gitmeliyim. Bir tek o beni anlar. İçimdeki bir avuç közü onun elleri söndürebilir ancak. O paslı Arap hançerini, içimden bir tek onun yaşlı elleri çekip alabilir. Kuşluk vaktinde gözü yoldadır. Elinde tespihi, beni bekler. Önce kahvaltısını hazırlarım. Hiçbir şey demem. Kahvaltısını yaptırmadan bir şey demem hiç. Kahvaltıdan sonra başımı dayayıp uzanıp kalırım dizlerinde. Anne, derim, bak hayırsızın geldi. Anlar halimi. Bir tek o… Bir tek annem…
– Sus, der, sus.
Annem halimi anlar. Analar halden anlar. Sonra bir türkü tutturur o kısık, o yılları soğurmuş sesiyle:
“Elif, dedim be dedim, kız ben sana ne dedim. Kuş kanadı kalem olsa yazılmaz benim derdim.”
Karacaoğlan’ın “İncecikten bir kar yağar, tozar Elif Elif diye” metaforunda olduğu gibi, bu kısa öyküde eşini bile tanımayan alzaymır hastası Elif’in çığlığı bizi yüreğimizden vuruyor ve içimize ince bir sızı bırakıyor.
Erhan Karakahya
Karacaoğlan’ın “İncecikten bir kar yağar, metaforunda olduğu gibi, bu kısa öyküde eşini bile tanımayan alzaymır hastası Elif’in çığlığı bizi yüreğimizden vuruyor ve içimize ince bir sızı bırakıyor.
Erhan Karakahya