Sekiz yaşında bir kızım. Küçük kardeşimle birlikte yaşıyoruz. Biz karnındayken ölmüş annemiz… Her sabah İznik Gölü’nde avlanan balıkçıların şarkılarını dinler, her akşam gölden su içen yıldızları okşarız dallarımızla. Bu göl İznik Gölü; hani şu, Şeyh Bedreddin’in, suyundan bir avuç alıp, avucundaki sular dökülürken de:
“-O ateş ki kalbimin içindedir
tutuşmuştur
günden güne artıyor.
Dövülmüş demir olsa dayanmaz buna
eriyecek yüreğim… ”
diyerek, kıyısında, savaşmaya karar verdiği göl… İkiz kardeşimle birlikte bu gölden su içeriz köklerimizle. Yüzlerce yaprağımızı yelpaze yaparız sıcaktan bunalanlara. Gölgemizde yorgun insanlar oturup dinlenirler. Her sabah, dallarımıza konan küçük kuşlar,ışık vermeleri için şarkı söylerler güneş tanrılarına…
Zeytin ağaçlarıyla dostluk ederiz gün boyu. Çınar ağacıyız diye, hiç yadırgamazlar. Onlar bizi biz onları severiz. Hepsi tanırlarmış genç yaşında öldürülen annemizi. Ancak, bize hiç söz etmediler ondan. Bir ay kadar oldu annemizin kim olduğunu öğreneli. Çok genç yaşta öldürüldüğünü öğrendik onun. Geçenlerde bizi filme alıp fotoğraflarımızı çekmek için gelenler, onunla ilgili, uzun uzun konuştular. Gözlerinin içi gülen, zayıfça bir adam vardı içlerinde; daha önce de görürdüm o adamı. Sık sık ziyaretimize gelir, sevgiyle okşardı dallarımızı. Onun anlattığına göre: Nazım Hikmet’in ölümünün birinci yıldönümünde buluşan dostları, onu anıp şiirlerini okumuşlar. Ertesi gün de, Nazım’ın, mezarının başında istediği çınarı dikmeye karar vermişler. Köyün üstündeki dere kenarına gidip, orada doğan küçük çınarlardan en güzelini, yani benim annemi alıp buraya getirmişler. Onu dikenlerin içinde Nazım’ın Bursa cezaevinde birlikte yattığı İbrahim Balaban,İsmail Başaran, Bursa’dan Mimar Emin Canpolat ve bunları anlatan, gözlerinin içi gülen, zayıfça adam da içlerinde olmak üzere, yedi kişi varmış…
Yıllar geçtikçe annem büyümüş, kendisini görenleri imrendiren bir genç olmuş. Yaşları yüze, iki yüze gelmiş zeytin ağaçlarını geçmiş boyu. O da bizim gibi İznik Gölü’nün balıkçılarının sevda türkülerini dinleyerek büyümüş… Uç dalları, Bedreddin’in kapatıldığı İznik Kalesi’ni görmeye başlamış. Kuşlar, dallarında daha güzel öter, daha sevecen okşarmış onun yapraklarını güneş… Nazım dostları, yaz günleri gölgesine gelip şiirler okurken, annem yapraklarını yelpaze yapıp serinletirmiş. Şu karşıdaki Ulu Çınar’la annem sevdalıymışlar birbirlerine. Anneme, yanık şarkılar gönderirmiş rüzgarlarla Ulu Çınar. Kuşlar, dallarına konup Ulu Çınar’ın kendisi hakkında düşündüklerini anlatırlarmış anneme…
Annem çok mutlu on beş yıl geçirmiş bu gölün kıyısında. Sevgi ve saygı görmüş insanlardan… Bir gün gelmiş; üstünde kara bulutlar, altında kendisini horlayan, sövüp sayan insanlar belirmiş. Biz ağaçlar, en çok insanlardan korkarız. Fırtınadan, kardan, doludan korkmayız onlardan korktuğumuz kadar. Fırtına, kar, dolu pek pek yapraklarımızı döker, bir kaç dalımızı kırar. Ama insanlar?.. Dilimizi bilmedikleri için yakarışlarımızı, ağlayışlarımızı duymazlar. Hiç bir silahımız yoktur insanlara karşı koyacak. Hiç bir karşılık veremeyiz saldırılarına; kaçıp kurtulmamız da olanaksızdır zaten…
İşte, benim güzel annem, bu kara yüzlü, ağızlarından sövgüler akan insanları görünce çok korkmuş. Korkudan yaprakları titredikçe, kuşlar ötüşüp ağlamışlar. Annemin sevdalısı Ulu Çınar, öfkelenip koca dallarını sallamış ama, düşman insan olunca, o da bir şey yapamamış; umarsız beklemiş olacakları…
Sövgüler, onur kırıcı sözler yetmemiş olacak ki, bir kaç kişi ellerinde hızarlarla gelmişler bir gece. Hızarlarla bölmüşler güzel anneciğimin uykularını. Ağlamasına, yakarmasına hiç aldırış etmeden, kesip parçalamışlar her yanını. Kesenler, suçu aklını kullanamayan zavallı birinin üstüne atıp sıyrılmışlar işin içinden…
Haberi duyan Nazım Dostları, gelip annemin çotuğunun yanına çöküp acılarını dökmüşler köklerine… Kıyıcılar annemin ölüsünü yakıp kül etmişler… On beş yaşındaki o güzelim annemin ölümünü böyle anlattı o zayıfça, gözlerinden sevgi fışkıran adam Nazım’ın kız kardeşine ve dostlarına. Dostları Nazım’ın acısını bir kez daha yaşayarak dinlediler onu. Kardeşimle beni sevip, avuntularının bizler olduğumuzu söylediler. Annem öldükten bir yıl sonra, ilkin ben, sonra da kardeşim doğdu. Annemi kesip kül eden kıyıcılar, köküne sakladığı bizleri yok edememişlerdi. Bilseydiler bizim doğacağımızı, kökünü de kazıyıp yok ederlerdi…
Mart’ın başıydı Nazım dostları ziyaretimize geldiklerinde. Doğduğumdan beri köklerimi sularıyla serinleten göle ve kışın soğuğundan yeni yeni kurtulup canlanan ovalara, içlerine doldururcasına bakıp filmlerimizi çeken, altımızda fotoğraf çektiren o güzel insanlar gittikten sonra kardeşimle konuşup dertleştik. O beni, ben onu annemizin yerine koyup uzun uzun okşadık yapraklarımızla…
Daha sonraki günler, zeytin ağaçlarından da dinledik annemizin öyküsünü:
“Yanımızda doğdu, nasıl tanımayız” dediler.
“Yıllarca aynı güneş okşadı yapraklarımızı. Aynı kışlarda üşüdük, aynı yağmurlarda ıslandık, aynı kuşlar kondu dallarımıza”dediler zeytin ağaçları. Sizleri üzmemek için anlatmadık annenizin acı ölümünü.”
Anneme kıyıp, onu yok eden insanlara ertesi yıl ürün vermediklerini söylediler… Göl, balıklarını, kerevitlerini saklamış uzun süre. Kuruyor sanmışlar insanlar Bedreddin’in gölünü. Zeytinlerin verimsizliğini, gölün balıklarını saklamasını anlamamış olacaklar ki, insanoğlu yine sürdürüyor kıyıcılığını…
Beni görmeye gelen topluluktan, ne denli önemli bir görevimizin olduğunu öğrendiğimizde, kardeşimle nasıl da sevinmiştik. Nazım’ın isteğiymiş başında bir çınar ağacının olması. Bizi görmeye gelen başkalarından da çok şeyler dinledik bu konuda. Nazım, gurbet yıllarında, ne zaman ülkesini özlese, altında oturduğu çınarları anımsarmış. Ölümünü düşündüğünde de yurdunu ve altında oturduğu o ulu çınarları düşünmüş olabileceğini söyledi bizi görmeye gelenlerden yaşlı bir Nazım dostu…
Anıt ağaç derlermiş bize, uzun ömrümüz ve görkemli gövdemizden dolayı. Annem genç yaşında öldürüldüğü için asırlar boyu yaşayıp anıt ağaç olamadı. Bizler yaşayıp anıt ağaç oluruz belki… Dünyada iki türümüzün olduğunu, bunlardan Doğu Çınar’ı olanının Anadolu kökenli, Batı Çınarı’nın Amerika kökenli olduğunu söyledi gelenlerden biri. Nazım’ın isteğinde bunun da etkisi olabileceğini söylediler. Anadolu’da, Hasan Bey’in vurdurduğu Anadolu’lu Irgat Osman bir yanında, çavdarın dibinde toprağı çocuklayıp kırkı çıkmadan ölen, Anadolu’lu şehit Ayşe öbür yanında, Anadolu’nun bağrından fışkırmış bir çınar ağacı başucunda yatmak istemiş olabilir büyük ozan, dediler…
Kardeşim yaş olarak benden çok küçük olmamasına karşın, bir türlü serpilip boy atamadı. Ufak tefek sevimli bir kardeşimdir o. Olmayacak zamanda yaprakları sararıp kuruduğunda, kışları kar altında çok üşüdüğünde, ödüm patlar ona bir şeyler olacak diye. Görmeye gelenlerin, benim gövdeme bakıp övücü sözler söylemelerine, bazılarının onu görmezlikten gelmelerine hiç aldırmaz kardeşim. Ablasının güzelliği konuşuldukça öylesine sevinir ki…
Zorlu bir kış geçirmiştik yine. Bahar gelip toprak ısınınca, biz de kendimize gelmeye başlamıştık. Biz çınarlar gibi, o da Anadolu’nun bağrından fışkıran, bereket tanrıçası Kibele, yeryüzüne çıkıp, bereketli elleriyle toprağı okşamıştı. Mayıs ayındaydık, dallarımıza su yürümüş, yapraklarımız tomurcuklanmıştı. Her yanımızı papatyalar sarmış, utangaç sevgililer gibi kızarmıştı gelinciklerin yanakları. İznik Gölü’nün üstündeki sis, yavaş yavaş dağılmış, tatlı tatlı göz kırpıp gülümsüyordu güneş sulara. Açık sarı baharlarla yüklüydü yaşlı zeytin ağaçları. Yüz yıllardır, açık sarı baharları lacivert meyvelere dönüştürmekten yorulmuşlardı zeytin ağaçları. Kurşuni bir sessizlik içindeydiler. Altlarını biraz sürüp, diplerine biraz gübre koyan insanlara durmadan ürün veriyorlardı. Halsiz düşüp ürün veremediklerinde de insanların yüzleri bir karış asılıyordu…
Hava çok güzeldi bugün. Mayıs ayını çok severdik biz kardeşimle. Soğuğu dondurmayan, güneşi yakmayan bu ay da çevremizdeki çiçeklerin kokusu başımızı döndürürdü. Bu yılki Mayıs ayı da, yine tüm güzelliğiyle kucaklıyordu bizi. Ancak, bu sabah, bizi görmeye gelen , iki Nazım dostu, içimizi burkup gittiler. Okudukları bir şiirden, Büyük ozanın böyle bir Mayıs ayında, hakkı olan özgürlüğünü isteyip, cezaevinde açlık grevi yaptığını öğrendik. İnsanların acımasızlığı bir kez daha yaktı yüreklerimizi…
Öğleden sonra bir otomobil yanaştı gölün kıyısına. İçinden iki genç indi. Biri birlerine sarılıp yürüdüler kıyısında gölün. Daha sonra da yolu geçip bizim yanımıza geldiler. Dibimize oturup kopardıkları papatyalarla fal baktılar. Papatyaların yapraklarını birer birer koparıp: “Seviyorsun, sevmiyorsun, seviyorsun, sevmiyorsun” diye papatya falı bakıyorlardı. Hep, seviyorsun çıkıyordu fallarında. Onların o hali annemizin sevdasını anımsatmıştı bize. Onun, Ulu Çınar’a olan sevdasını… Oğlan kalkıp iki gelincik kopardı. Kopardığı gelincikleri, kızın siyah saçlarına taktı. Kız, çok hoşlanmıştı bundan. Oğlan çevresine bakınıp, kimselerin olmadığını görünce kaçamak bir öpücük kondurdu kızın dudaklarına. Kardeşimle onlara bakıp sessice gülüşüyorduk. Bizim kendilerini seyrettiğimizden habersiz olduklarından çok rahattılar… Hep böyle olsa ya insanlar, diye geçirdim içimden… Hep bu gençler gibi sevecen olsalar ya?.. Genç adam, dudaklarına bir kaç kez daha öpücük kondurunca, kızın beyaz yüzü saçlarındaki gelincikler gibi kızarmaya başlamıştı. Bizden çok, yaşlı zeytin ağaçlarının hoşuna gitmişti delikanlının kızı öpüşleri. Onlar gençlerden ayıramıyorlardı bakışlarını…
Hava kararıyordu yine. Gölün lacivert sularının üstüne siyah bir örtü serilecekti biraz sonra. Ulu Çınar’ın altında güneşleyen köylüler, gezmeye gelmiş yabancılar, birer birer gidiyorlardı evlerine. Biraz sonra zeytin ağaçlarının kurşun rengi yapraklarını siyaha boyayacaktı akşam… Annemizin böyle siyah bir sessizlikte kesilip yok edilişini duyduktan sonra, her karanlık bastığında bir hüzün dolmaya başladı içimize. Gündüz olsun istiyorduk hep. Ölümü çağırır olmuştu karanlık…
Geceleri kimseler uğramaz buralara genellikle. Yaz gecelerinde sebzelerini sulayan olur ama, bu aylarda kimsecikler uğramazdı. Üstelik saat de ilerlemişti. Bu gece iki kişi dolanıyordu çevremizde. Durumları da hiç güven vermiyordu. Birinin elinde balta vardı. Gelip dibimize oturdular. Sigaralarını yakarken kibritin ışığında yüzlerini gördük. Gözlerindeki hınç korkuttu bizi . Biraz sonra da bizden söz etmeye başladılar. Gazetede gördükleri fotoğrafımız çileden çıkarmıştı onları. Ağız dolusu sövüyorlardı. Ne Nazım kalmıştı sövmedikleri, ne de onun için çınar dikenler.
Konuşmalarından anlamıştık kardeşimle. Öldüreceklerdi bizi bu adamlar. Çok korkuyorduk. Niye hemen yapmıyorlardı bunu?.. Belki de zamanın biraz daha ilerlemesini, yanımızdaki yoldan geçen araçların azalmasını bekliyorlardı. Çaresizdik; yapabileceğimiz hiç bir şey yoktu kardeşimle. Bağırmak istiyorduk, sesimiz çıkmıyordu. Kaçıp kurtulmak istiyorduk kaçamıyorduk… Bir karabasandı bu. Annemin katilleri bize de kıyacaklardı. Açık açık söylemeye başlamışlardı bunu…
Sonumuza doğru ilerliyordu saatler. Ölümün yüreğimi dağlayan ateşinde, büyük ozanın cezaevi arkadaşlarından birinin, bizi sevmeye geldiği gün okuduğu şiir düşmüştü aklıma:
Bizim avludan mı kalkacak cenazem?
Nasıl indireceksiniz beni üçüncü kattan?
Asansöre sığmaz tabut,
merdivenlerse daracık
Daha uzun olan şiiri korkudan anımsayamıyordum. Bizim cenazemizi nasıl taşıyacaklardı? Dibimizde oturan adamlardan birinin elindeki tenekeye bakılacak olursa, belki de yakacaklar cenazelerimizi…
Bizden ne istiyorlardı bunlar?. . Saçmalıyorum… Nazım’dan ne istiyorlarsa, bizden de onu istiyorlardı. Sevginin düşmanıydılar. Yurtlarını süsleyen ağaçları kesecek kadar kıyıcı, yurtlarını süsleyen ozanları zindanlara atacak kadar canavardılar. Bizi ziyarete gelen o, yaşlı adamın okuduğu şiiri düşündüm. Ne güzel söylemiş onlar için büyük ozan:
Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,
akar suyun,
meyve çağındaki ağacın,
serpilip gelişen hayatın düşmanı.
Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına;
-çürüyen diş, dökülen et-
bir daha geri dönmemek üzere yıkılıp gidecekler.
Vakit gece yarısını geçmiş, yoldaki araç geliş gidişi de azalmıştı iyice. Elinde balta olan adam kalktı. Diğeri de kalkıp elindeki tenekeyi zeytin ağaçlarından birinin dibine bırakarak yola indi. Uzaktan gelen araçları denetliyordu. Bir araç geçerken bizden yana kaçtı. İkisi de birer ağaç bulup arkasına gizlendiler. Araç uzaklaştığında adam yeniden yola çıktı; ağaçların arasından uzaktaki araçları göremeyen, eli baltalı olana seslendi: “Başla!..”
Kardeşimden başladı adam kıyıma. Hem, sövüyor, hem de tüm hıncıyla vuruyordu baltayı kardeşime. Söverken de ağzından tükürükler saçılıyordu… Balta sesini çevredeki zeytin ağaçları ve diğer ağaçlar duymuştu. Kireç gibiydi papatyaların yüzleri; kan ağlıyordu gelincikler. Yaş içindeydi İznik Gölü’nün gözleri. Hem öldürüyor, hem sövüyordu adam sarı salyalı ağzıyla. Kuşlar uykularından uyanmış, umarsız çığlıklarla dönüyorlardı kıyıcının tepesinde… Zeytin ağaçları ağıt yakarcasına, öne arkaya sallanıyorlardı yavaş yavaş… Ve kardeşim devrildi biraz sonra. Ağaçlara çarparak uzandı boylu boyunca…
Sıra bana gelmişti. Uzaktan bir aracın geldiğini iletti gözcülük yapan. Yine saklandılar ağaçların arkasına. Yoldan geçen aracın ışıkları aydınlattı yerde yatan kardeşimin ölüsünü. Benim için de ölüm kaçınılmazdı. Saniyeler kalmıştı yaşanası dünyadan kopup gitmeye. Oysa:
Yaşamak ne güzel şey,
Anlayarak bir usta kitap gibi
bir sevda şarkısı gibi duyup
bir çocuk gibi şaşarak
YAŞAMAK…
Nazım’ca ölecektim; vermiştim kararımı. Eli baltalı bu katil, yeşil gözlerimde korkuyu görebilmek için boşuna bakacaktı bana… Ve, öyle de yaptım. Baltayı her vuruşunda biraz daha ölüyordum. Ancak, korkunun bir tek izi bile yoktu gözlerimde. Kıyıcı bu durumumu gördükçe çılgına dönüyordu. O, kendi kendisini kestiğini bilmiyordu. Vurduğu her balta, beni sonuma yaklaştırırken, lanetim onun üstüne sıçrıyordu. Ölünceye dek onun üstünde kalacaktı bu lekeler. Gün gelecek, benim lanetimde boğulacaktı… Sonunda, annem gibi, kardeşim gibi bende kopmuştum kökümden. Kardeşimin üzerine devrildiğimde onun öldüğünü anladım. Mayıs güneşinde ısınmış olan yaprakları soğumaya başlamıştı. Bense ölmemiştim daha. Siyah geceyi yas giysisi yapmış zeytin ağaçlarını görüyordum. Son kez İznik Gölü’ne baktığımda, dalgaların gözyaşları gibi akarak kıyıya vurduklarını gördüm. Yanıma gelip beni kucaklamak istercesine çırpınıyorlardı Kendisi için en güzel dizeleri yazan Nazım’ın, çınarına ağlıyordu İznik Göl’ü. Gözlerim bulanıklaşmaya başladığında, yakınımda parlayan bir alev gördüm. Kıyıcı baltayı bırakmış, getirdikleri tenekeyi almıştı eline. Tenekeden döktüğü gaz yağıyla toprakta kalan kökümüzü yakmak için bir kibrit çaktı. Ağzından saçılan salyalar kibriti söndürdü. İkinci kibriti yakarken salyaya sarılmış bir ses duyuldu:
-Çınar ağacının dibinde yatmak istiyormuş vatan haini!..