Âşık Veysel… Âşıklık geleneğinin özelliğini taşıyan büyük, çok büyük âşık… Sesinde kırılmışlığın, ezilmişliğin izi var. Saflığın, temizliğin sesi… Alçak gönüllü, utangaç… Görme yetisini kaybettiğini anlatırken “O gün bugün dünya başıma zindan…” demişti. İnsan olanın deriyle örtülmüş göz çukurlarından öpesi geliyor.
“Ben gidersem sazım sen kal dünyada”
“Ben gidersem sazım sen kal dünyada.” cümlesi ancak sevgiliye söylenir. Sazı tek dostu, tek sırdaşı… Sevgiliden de öte… Güvendiği dağlara kar yağınca sazı tek dosttur artık. Bir tek ondan ihanet görmez. İnsan kişisine güvenememek çok acı, çok dert, çok çığlık… Hele de gözleri görmeyen biriyse… Hele Âşık Veysel’se bu…
Sazına öğütler veriyor, bir halk bilgesi olarak.
“(Gizli) sırlarımı aşikâr etme.”
Sır tutmak önemli… Dost, dosta sır verir. O da kimseye söylenmeyeceği için bu, sır olarak kalır. Lâl olunur, sır verilmez.
“Garip bülbül gibi ah u zar etme.”
Ardından ağlamamasını istiyor sazından. Bülbül gibi ah ü zar etmemesini… Alçak gönüllü bir istek… Kendi ölümüne ferman kılan âşık, geride kalan sazının üzülmesini istemez. İnsana yakışan, rafine dostluktur bu. Veysel bilmez ama ona kurtlar kuşlar, börtü böcek bile ağlar.
“Ağlarsam ağladın, gülersem güldün.”
Tek dostu sazı… Başka dost yok. Dost dediğin de böyle olur. Gitmeden önce dosta hakkını verme, vefanın ne olduğunu bilme inceliği… Ustası dertliyken sazda sevinç olur mu? Saz deyip geçmemek gerek! İçi oyuktur. O oyukta neler var? Bir de ona sormak gerek. Pir Sultan’ın sarı tamburasıdır Veysel’in sazı da:
“İçim oyuk, derdim büyük / Anın için inilerim.”
Sahi, âşıkların sazları neden dertli olur?
“Sazım sen bu sesleri turnadan mı aldın?” diye sorarken Veysel bilir turna avazındaki acıyı aslında. Turna avazlının teline bir vurduğunda bin ah işitir. Turna da öyledir, eşini yitirdiğinde avazındaki sesten acı da yorulur, gökyüzü de. Sanırsınız tüm acılar turna avazında birleşmiştir. Yavrusu vurulduğunda ceylanın ağıdı yeri göğü inletir. Ceylanın ağıdı ve turna avazı yaman dert!
Tek kendi yalnız, tek kendi dertli değildir âşığın. Sazının hâli iyi değil. Sazda bir tuhaflık var. Dostu perişandır, kendini görür onda.
Bahçede dut ağacıyken saz da yoktur. Sonra o dut ağacının dalından saz var edilir. Bu muhteşem dönüşüm, bu büyülü gerçekçilik karşısında şaşkınlığını gizlemez âşık. Dut konuşamazken saz konuşuyordur. Bazen bülbül konardı dut dalına, öter dururdu. Ya şimdi? Şimdi kuş avazlı sazdır artık dut ağacı. Artık kendi bülbüldür, kendi turnadır. Tüm kuşların avazından daha dertli…
Sanki tüm kuşlar Hüthüt’ün önderliğinde Veysel’in sazına uçar. Sanki saz Simurg’dur. Saz, saz değildir artık. Saz olmaktan çıkmış dert küpü, acıların piri olmuştur Veysel gibi.
“Sen petek misali Veysel de arı/ İnleşirdik beraber yapardık balı”
Dizedeki anlam çok açık… Üretmenin birlikteliğindeki güç, güzel bir benzetmeyle vurgulanır. İnsanoğlunun tarihî gelişimindeki birlikte üretmenin o görkemli yolculuğu bir çırpıda dillendirilir. Bu, aynı zamanda Âşık Veysel’in sazıyla bütünleşmenin sonsuz hazzıdır.
“Ben bir insanoğlu, sen bir dut dalı/ Ben babamı sen, ustanı unutma.”
İnsanın da dut dalından var olan sazın da bir sorumluğu vardır. Ben babamı, geçmişimi nasıl unutmadıysam sen de ey dut dalı beni unutma, diye sızılı bir öğüt verir. “Beni unutma.”cümlesini insana değil, dut dalına söylüyor. İnsana değil, saza…
Kafka, “Beni anlamaya ve yüreğinde saklamaya çalış.” der. Kafka bunu insana, Veysel nesneye söyler. Ne büyük yalnızlık! Görenlerin görmediğini gören büyük usta sen çok mu üşüdün?
Turgut Uyar, “Toprak sevdiklerimizi aldığı için mi böyle güzel kokar?” derken aslında Sivrialan köyünün neden bu denli güzel koktuğunu da anlatmaz mı?
Aşık Veysel’e yakışan bir yazı olmuş. Çok güzel anlatılmış….
A.Deniz