Türkünün konusu, Sabahattin Ali’nin “Ses” adlı öyküsünde geçer. Beyşehir’den Konya’ya giden ve içinde yolcuların olduğu kamyon yolda bozulur. Kaptan ve muavin kamyonun arızası için durmadan çalışırlar. Saatler geçer ama kamyonun arızası bir türlü giderilmez. Yolcular da ağaçların altına uzanıp motorun çalışmasını bekler. Birkaç yolcu da ilerideki çadırların yanına gider. İşçi çadırlardır bunlar. Öyküden alıntılıyorum:
“Tam bu sırada kekik kokuları ve ince çıtırtılarla dolu havayı hafiften gelen bir saz titretti. Müzikle uğraşan ve bir müzik mektebinde vazifesi olan arkadaşım doğruldu. Kaşlarını çatarak dinlemeye başladı.
Yol amelesinin çadırı tarafından gelen saz ustaca çalınan bir meyandan sonra susar gibi oldu ve bir erkek sesi o zamana kadar duymadığımız fakat bize yabancı da gelmeyen bir halk şarkısı söylemeğe başladı:
Döndüm daldan kopan kuru yaprağa
Seher yeli, dağıt beni, kır beni;
Götür tozlarımı buradan uzağa
Yârin çıplak ayağına sür beni.
İki arkadaş, hem sesten hem de şarkının sözlerinden de çok etkilenir. Müzik öğretmeni, yanındaki arkadaşına:
“Bu genci kazanmak gerek. Ankara’ya çağırıp sınava sokmalı.” der. Adı Ali olan gence, kendisini Ankara’ya çağıracağını sınava sokup müzik eğitimi aldıracağını söyler ve Ali’nin adresini alır. Bu sırada kamyonun arızası giderildiği için iki arkadaş oradan ayrılır.
Ali, Ankara’ya çağrılır. Müzik öğretmeni, Ali’nin sınava girmesine yardım eder. Ali, sınavda şaşkındır. Hayatında piyano görmemiştir. Jüri, piyano çalan kişinin çaldığı melodinin sesini çıkarmasını ister. Ali, çalan şarkıyı söyler. Oysa melodinin sesidir istedikleri. Ali’den bir şarkı söylemesini isterler sonra.
Ali darda, Ali boğulmakta… Ali ter içinde… Söğüt dallarının altında türkü söylediği yer değil burası… Burası kor ateş…
Müzik öğretmeni de üzgündür. Ali’yi çağırdık ama bir yararımız dokunmadı, çocuğu boşuna yorduk, diye üzülür. Müzik öğretmeni, aralarında topladıkları parayı Ali’ye verip Konya’ya uğurlamak için Ali’nin kaldığı ucuz bir otele gider. Oteldeki görevli Ali’nin bağlamasını 2 liraya satıp erkenden Konya’ya gittiğini söyler.
Öykü böyle biter. Zülfü Livaneli, öyküyü okur ve öyküdeki şiirden etkilenip şiiri besteler.
Şiir, Ali’yi anlatır. Seher yeline bel bağlayan Ali’yi… Yoksul Ali’yi… Bağlamasını satıp yola koyulan genç adamı. Oysa bağlama onu yaşama bağlayandı.
Ali, sen o bağlamayı niye sattın? Bağlama senin gadanı alsın. Bağlama dediğin nedir ki? “Leylim Ley”i dinleyen herkes, sana bağlama almaya hazır.
Şimdi Ali bağlamasız… Türkü söyleyemeyecek artık.
Nurdan Gürbilek’ten okumuştum, Benjamin Tek Yön’deki fragmanında geçen Almanca özdeyişi: “Yoksulluk kimseyi lekelemez.”
Bu, yoksulluğun meşrulaştırılması, evrensel ayıbın birilerince masumlaştırmasıdır. Ali’yi utandırıyor işte. Ali’nin ruhunu lekeliyor yoksulluk. Bağlama ki hayattı onda. İnsana koyan, Ali’nin bağlamasını 2 liraya satıp gitmesi… Kimseye haber vermeden kaybolması… Bir gencin, kamyona binebilmek için bağlamasını satması “insanım” diyen herkese leke!
Avutma, meşrulaştırma ve masumlaştırma yan yana geldiğinde insanı lekeler. Aslında bu leke yoksullaştıranların büyük lekesidir. Kişinin doğal yasasına yaşama hakkı tanımayan şehrin resmî yasaları, içi zenginliğini öldürür.
Sen müziğe mi yoksa insanlara mı küstün? Sen bana niye dert oldun Ali?
Konya bozkırlarında geceleri gökyüzüne yıldızlar parlar. Gece boyunca “Leylim Ley”i söyleyip sabaha doğru tek tek kaybolur bu yıldızlar. Bozkır gecelerinde sadece Ali için kayar her yıldız. Ali’nin hüznü yıldızları da yakar. Her yıldız, kucağında bir bağlama Ali’yi bekler. Ali’yi görsel bağlama yağmuru yağacaktan gökten. Ali mi? Ali yok, Ali kayıp!
Bir yerde okumuştum: Bûtimâr, denize âşık bir kuştur. Kıyısına konduğu denize bakıp “Deniz kurursa ben ne içerim?” diye düşünürmüş. Sonra suyunu içmeye kıyamadığı denizin kıyısında susuzluktan ölmüş, derler.
Ali, Bûtimâr kuştur artık! Bağlamasız, türküsüz! Seher yeli ocağına düştüm, Ali’den bir haber…
Ali, sen niye küstün? Sen o bağlamayı niye sattın?
“Yoksulluk kimseyi lekelemez.”-miş(!)
Yalancının?..
İlk yorum yapan olun