Bir şekersiz çay için bekledim bu kadar. Sabırlıyım, kırık bir akorun, rüzgarla birlikte dönüşünü, hiç kıpırdamadan bekleyecek kadar. Denize bakan kadınlar gibi. Ağlamadan, sızlanmadan, sadece denize bakan. Akşamdı, gökyüzü yıldız yıldızdı. Ben de uzun uzun düşünmeden, hemencecik verdim kararımı. Kızım olursa, yürürken geride kaldı diye bağırmayacağım ona. BaşkalarBurak Kaya’nın “Yolların Bittiği” adlı öyküsünü okumak için tıklayın. Kültür, edebiyat, sanat ve gezi başlıklarına göz atmak istermisiniz?ının dediğine aldırmadan, adımlarımı yavaşlatarak, bekleyeceğim yürürken. Pencere pervazlarından pembe beyaz sardunyalar sarkacak aşağı. Çiçek katmerleri. Işıklar düşecek yere, salkım salkım. Arkama bakarsam, kalbi kırılır. Arkama bakmadan, kimseye çaktırmadan hem yürüyüp hem bekleyeceğim. Akşam olunca, ırmağın suyuna bırakıp sözcüklerimi. Bu sefer de yüzmelerini bekleyeceğim. Genç bir kız ölmüş. Bir kır gazinosunda bulmuşlar günlüğünü. Kuzeye bakan, yeşil badanalı bir odanın penceresinin altında. Sana da tuhaf gelmiyor mu? Kızın yıllardır sakladığı günlüğü elleriyle koymuş gibi bulsun, polisler. Komiser, uzun uzun baktı yüzüme. Aynı sözcüklere çıkıyormuş kapılarımız. Düzelttim hemen. Aynı kapıya mı çıkıyormuş, sözcüklerimiz? Hayır dedi, sözlerimi çarpıtma. Bir papağanın gagasına benziyordu burnu. Kusura bakmayın dedim, sabırlıyım dediysem, konuşurken gözlerini kısan bir polisi dinleyecek kadar da uzun boylu değil. Güldü. Kız öldü, adam güldü, dedim. Keşke demeseydim. Ben öldürmesem, kız beni öldürecekti. Kızı siktiret. Aynen böyle söyledi. Ben de konuşmadım bir daha. Ne demek, tüm bunlardan sana ne? Genç kız dediklerine bakma, küçük daha. Onun için, incinsin istemem. Zaten incecik boynu, ırmakta parıldayan bir inci gibi. Ölmüş de üstelik, genç yaşında.
Eskiden. Eskiciler gezerdi şehrin sokaklarında. Şimdi bile gözlerimin önünde, sokaktan geçişleri. Daracık yollarda, üç tekerlekli tahta arabalarını büyük bir beceri ile kullanırlardı. Yanlarından bir taşıt geçerken kaldırıma bitişir, eğer araç gene de geçemezse, elleriyle arabasının arkasına ağırlık verip, arabanın ucunu havalandırdıktan sonra, öndeki tek tekerleğini kaldırımın üstünden aşırtırlardı. Yaz, kış, yağmur, çamur demeden geçerdi sokaklardan eskiciler. Onların sokak aralarında yankılanan sesi, bugün bile kulaklarımda. Bazen görüntüleri seslerinden önce gelirdi ki bu benim arzu ettiğim bir durumdu. Eskiciyi sokağın başında görünce, kulak kesilirdim. İşte şimdi yakaladım diye düşünüp, tüm dikkatimi toplayarak bağırmasını beklerdim. “Evet, bu sefer ne diye bağırdığını anlayacağım”. Eskici diye bağırmadıklarını biliyordum, çünkü türkücüler gibi uzattıkları son hece “e” harfiyle bitiyordu. Dikkat kesilmiş, kıpırdamadan bekliyor, bugün olacak diye kendi kendimi hazırlıyordum ama ne kadar çaba harcasam da değişen bir şey olmuyordu. Bir sonrakinde anlayacağım diyordum kendi kendime. Bu döngü, eskici sokağın başından sonuna gidene kadar, üç dört kez yineleniyordu. Anlayamadığım için hem eskicilere hem de kendime öyle kızıyordum ki. Sokağın ortasında adamları yakalayıp yolunu kestikten sonra, neden “eskici geldi” gibi basit kalıplar dururken, böyle anlaşılmaz sesler içinde kıvranıyorsunuz demek istiyordum. Ben bunları düşünürken, sokağın sonuna varan eskicinin başına kadınlar üşüşüyordu. Anlamış olmalılar ki eskicinin ne diye bağırdığını, mahallenin bütün kadınları dışarı çıkmışlar. Evet herkes anlamış, benden başka.
– Anne bu tencereyi geçen de getirdiydin, bi işe yaramaz dediydim ya ben sana. Bu tencere elinde, beni mi bekliyon sen kapı ağzında.
– O başkaydı evladım. Bu yeni, bak daha bir güzel. İçindeki de radyo. Kaliteli, Alman malı.
– Çalışıyo mu ki?
– Çok güzel çalışıyordu önceden. Dedim ya Alman malı.
– Annem, Alaman malı deyip duruyon da, çalışmadıktan gayrı, gavurun öz malı olsa ne yazar? Şu tencereni de bi al önümden. Benim tezgahı çöplük sandın herhal.
– Sen çok konuşmada, şu tasları ver bakayım. Tamirciye götür, beş dakikada halletsin.
Eski eşya satan bu adamların, rengarenk leğenler, kovalar ile sokakları arşınlamalarına hiç bir anlam veremiyordum. Bu adamları izlemeye başladıktan oldukça uzun bir süre sonra, eskicilerin eski eşya satmadıklarını öğrendim. Bir gün, eskicilerle başına üşüşen kadınların yarattığı hengameye iyice yaklaşıp, konuşulanlara kulak kabartınca, eskicilerin hem iş hem de pazarlık konusundaki ustalıklarına hayran kaldım. Eskiciler, kadınların getirdiği eşyalara çamur atıyor, hepsinin para etmeyecek, işe yaramaz şeyler olduğunu söylüyorlardı. Hatta bir keresinde iyice abartıp, “sen bu şamdanı çöpe at”, “beş para etmez bu ütü”, “afedersin ama, bir boka yaramaz abla bu” deyip, gidiyormuş gibi yalandan arkasını dönen birisine tanık oldum. Kadınlar ise alıcının karalamalarına hiç aldırmadan bir yandan getirdiği eşyayı övüyor, diğer yandan da plastiklerin adiliğinden dem vuruyorlardı: “Antika bunlar antika, senin üç kuruşluk leğenlerine benzemez”. Bana tuhaf gelen ise, iki tarafın da satın alacakları şeyleri bu kadar karaladıktan sonra, pazarlık bitip, iş tatlıya bağlanınca, nasıl olup da bu kadar sevindikleriydi. Yıllar sonra, eskicilerin ne diye bağırdıklarını öğrendiğimde, çok da fazla sevinmediğime kendim bile şaştım. Demek yıllar içinde, ilgim giderek azalmıştı. Gene de Fikirtepe’de, üç tekerlekli arabasıyla geçen birini görünce, geçmiş fotoğraflar canlandı gözümde. Eski alışkanlık, hemen kulağımı kabarttım adama. Sigara içmekten sararmış bıyıklarıyla, zayıflıktan çökmüş yanaklarına bakılırsa elli yaşlarında vardı. Sağ ayağı asker gibi dümdüz hareket ederken, sol ayağı önünde bir tümsek varmış gibi daireler çizerek ilerliyordu. Yanımdan geçerken göz göze geldik. Eskici değilmiş. Adam, “hurdacı” diye bağırıyordu. Acelesi varmış gibi, hem bağırıyor hem de hızlı adımlarla gidiyordu. Yalnızca adı değişmemiş rengi de solmuş diye düşündüm. O geçerken, ne cama çıkan, ne de yanına gelen birisi oldu. Gelip geçti. Sokak köpeklerinin arasından. Eskiden olsa koşardım, en azından bakardım arkasından. Her şey, kayan bir yıldız gibi şimdi. Şimdi..
Söylemek istemiyorum, nasıl olduğunu da bilemiyorum ama. Var gücümle kıyıya doğru kulaç atarken, ufukta…
Giderek küçülüyor kara.