Yaz sıcağı, yorgun adımlarla, petekleri arıyoruz, üstümüzde çocukluk arkadaşım: balkılavuzu. Arkamızda uzakları belirsiz toz bulutu rengine çalan bir ova.
Konuşup durma sen de. Daha kovanı bulamadık lan, ne işçisi, ne kraliçe arısı? Tabii tabii, el etek öpüp, emekçi arıların selamını söyleyeceğiz kraliçeye. Bir doktora gitsen diyorum, narsist sinüzit. Doktorun yanına, böyle elini yumruk yaparak gir ki tanı koyarken yanılmasın. Ben konuşurken pencereden mi bakıyordun sen? Kim mi geliyor arkamdan. Dur, pat diye bileyim şimdi, kim geliyor. Eli cebindeyse Ayhan’dır. Allah rızası için bir kere de elinde bir şeyle girsin içeri. Yok. Öyle hıyar gibi gelip, alacaklılar gibi uzun uzun basacak zile. Merhabası bile garip. Siz gelmediniz de ben onun için geldim, hal hatır sormadınız ama hadi ben size sorayım, bilmem neyi yapmadınız ama ben yapayım. Selam vermeyen kişiye gidip selam veriyorsan iyi de sonradan hesabını da sorma be kardeşim. Adamı görünce inan geriliyorum, onu gördüğümde aklıma ne geliyor biliyor musun: “Acaba bugün laf sokmaya nereden başlayacak?”
Sakın Samet deme bana. Tamam o karşılıksız selam verebiliyor ama onun daha beter yönleri var. Evden ayrılmış da bizim çocuklar anlamamış. Salak mı lan bu çocuklar? Üç yıl önce gördükleri bir halının rengi solunca bile şaşırıyorlar, Samet evden iki kişi eksilmemiş gibi yapınca inanırlar mı sanıyorsun. Evinde televizyonu yok, biliyorsun. Can’ın oğlu, geçen akşam sevdiği bir çizgi filmi izlemek isteyince, “Bende televizyon yok ama makineye çamaşır koydum, isterse onu izleyebilir” demiş. Otomatik çamaşır makineleri ilk çıktığında Samet, makinenin cam kapağının karşısına geçermiş de uzun uzun izlermiş makineyi. Sıkmaya geçince onun kalbi de hızlanırmış da, yıkama bitince film bitmiş gibi üzülürmüş. Hadi bu zırvalarla çocuğu kandırıp razı ettik diyelim, gene de neden izletelim ki çocuğa bunları. Çocuğun gelişimine ya da eğlence yaşamına bir katkısı olur mu sence Samet’in, makinede dönüp duran kirli donlarının? Haklı olabilirsin, televizyonun da bir katkısı yok ama şimdilik herkes onu izliyor. İzlemeyenler de yalnızca televizyon izlemeyebiliyorlar. Yani izleme dürtümüzü mutlaka bir elektrikli alete yönlendirmemiz gerekmiyor. Efendi olmayıp da ne olacak? Eski İstanbullu deyip durmanız yüzünden adam kasılmaya başladı. Zaten, ne kadar eski olabilir ki? Abartma. O zaman, bunlar Fatih Sultan Mehmet’ten önce gelmişler İstanbul’a. Ben de eski Ispartalıyım, var mı? O kadar eskiyiz ki, bölgedeki arkeolojik buluntuların büyük bölümü dedemin bilmem kaçıncı dedesinin evinden çıkmış. Elbette biliyorum. Bizim ailenin tarzı var hepsinde. Kaşıklar koca koca, ağzımıza göre hepsi.
Şimdi uğursuz bir karaltı gibi belirecek akşam penceremde, içimden kopup gidecek saatler. Ayşecik, toprağı eşeleyecek. Sonra, yerin altındaki penceresini aralayıp, “pist, defol git buradan” diye bağıracak yaşlı kadın. Elinde bir şey varmış da onu fırlatıyormuş gibi savurarak kedinin yüzüne. Üç yıldır eşeleyip çişini yaptığı yerden kaçarak ayrılırken, şaşkın gözlerle bakacak, ilk kez kovalanıyormuş gibi şaşıracak yine Ayşecik.
Onun eşelemesiyle ben de unutacağım saati. Hafif bir rüzgar itecek saçlarını arkadan. Ufuktaki belirsiz kızıla bakarken dakikaları unutacağım. Anayola doğru yürürken, bir kış akşamı Ayşecik’e neden baktığımı anımsamak için duracağım biraz. Sahi neydi, yaşlı kadını kızdıran? Bir şey vardı, anımsamam gereken derken, neyi unuttuğumu bile unutacağım. Belki de bir ses vardı o zamanlar şimdi olmayan. Gerçekten var mıydı? Şimdi, karanlık bir akşam büyüyor içimde. İçim bulut bulut. Tüylerin kara. Koyu bir kahve gibi çekiliyor çekirdeklerim. Süzdüğüm her şeyden geriye, bakışların kalıyor yalnızca. Haftalardır uçuyor gibiyim. Kanatlarım yorgun, konacağım yer yok. Öyle uçup duruyorum. Arada bir, işte burası diyorum, yıllardır aradığım yer. Akşam güneşi, karınca yuvaları, kaldırımlar. Sonra istemiyor işte canım. Daha iyi bir yer vardı. Gerçekten öyle bir yer var mıydı diyorum.
Aramak derken, aslında ilk önce ne aradığımı bulmam gerek. Uyuyamadığım gecelerin sabahında, karşımda konuşan kişinin gözakında, bir koya süzülen martının gagasında, sahi ne arıyordum ben? Anımsamak sözcüğünü bile unutturan. İçimdeki şarkıyı arıyordum, belki de. Uzun sessiz bir yolun ucunda, siste dağılan bir şarkıydı. Biliyorum kamyonlar, kamyonlar, kamyonlar… Yine kavun taşıyor.