Yolların Bittiği

Yolların Bittiği

Karanlık bir akşamdı, ayrıldım sürüden. Irmak boyunca yürüyüp, yorulunca arkama döndüm. Büyüdü içimdeki sıkıntı. Günlerce, kendi ayak izlerimi sürdüm geriye doğru, sonra vazgeçip yeniden ileri gittim. Ne geldiğim yeri bulabildim, ne de varacağım. Sudan biraz uzaklaşınca, ağaçların karaltısı çöktü üzerime. Pusulayı yokladım sağ yanımdaki. Bir tespih çıktı cebimden, bir de not kağıdı, kendi el yazımla:

Arkana baktığında, yitirdin tüm varlığını…

Artık bende gülme sırası. Sahip olduğum tek şey, kasabadaki marangozdan kalma eski bir tespih. Aylarca, ölmüş kaplumbağaların kabuğunu topladıktan sonra, evin arka odasındaki bölmede yapmış bunu. Söylendiğine göre, kamçısından imamesine kadar her tanesi ile günlerce uğraşmış. Şimdi gözüm ormanın içine uzanan, belli belirsiz ayak izlerinde. Hiçbiri de bana ait değil üstelik. Sahipsiz. Köknarların gölgesindeki karınca yuvaları gibi. Yırtıcı hayvanların uğultusu yankılanıyor çevremde. Korkuyla karışık bir doğum sevinci kazınmış ağaç kovuklarına. Bir anda çıkış yolu geliyor aklıma:

Aynı taneyi bir kez daha çekmemek için, orta yerinden kessem, tanelerin içinden kıvrılan yaldızlı ipi.

Daha önce hiç gitmesem de ormanın içindeki patikayı izleyerek, derin bir vadiye çıkacağımı biliyorum. Bilemediğim ise kaç saat ya da kaç gün boyunca gideceğim. En zor olanı ise yolun sonunu bilerek yürümek. Başkasının geçmediği yollara sapma kararımı değiştirip patika boyunca yürümeye başlıyorum. Sürünün sığacağı bir yol değil nasılsa. Sesler bir düzene girerken, içimi kaplayan korku diniyor. Başka zamanlarda da olsa, onlarca kişiyle birlikte yürüyorum artık. Çocuğu yaşlısı, erkeği kadını. Kalabalığın insana huzur getirdiğini söyleselerdi, karşı çıkardım oysa. Kendimi haklı çıkaracak bahaneler türetiyorum:

Sürüsünü arayan yitikler olabileceği gibi, sürüden ayrılmış hayvanlar da geçmiştir buradan. Belki karşılaştıklarında havadan sudan konuşmuşlardır bile. Kalbi kırık hayvanlar da geçmiştir.

*******

On altı yaşında bir kız çocuğu ne bilirse dünyayla ilgili, o kadarını biliyordu o da. Yüzmesini biliyordu, şarkı söylerken dudaklarını titretmesini. Sınıftaki herkesten daha güzel resim yapıyordu. Elinde fırçasıyla, saatlerce odasına kapanıp uyumayı unuttuğu olurdu.

Arkadaşları vardı gizlerini paylaştığı. Arkadaşları ile paylaşmadığı gizleri de vardı. Gündüz vakti bile resim öğretmeni giriyordu düşlerine. Gülerek konuşurken omzuna koyuyordu elini, boynunun sıcaklığına bir değip bir uzaklaşan. Dünyada kendisinden başka kimsenin bilmediği gizi buydu. Arkadaşlarına anlatmasına anlatırdı ama öğretmeninin kulağına gitmesinden korkuyordu. Ya gözlerinin içine bakmazsa eskisi gibi, ya eski binadaki atölyeye çağırmazsa öğleden sonraları.

Atölyede geçirdikleri bir iki saat, ona göre cennetin ta kendisiydi. Kalbinde, önüne geçemediği bir çarpıntı ile öğretmeninin bir adım uzağında resim yaparken bütün dünyayı unuturdu. Bazen öylesine hızlı geçerdi ki zaman, kendisi bile inanamazdı. En sevdiği sahne ise öğretmenine gösterdiği resimlerden sonra, öğretmeninin yanına oturup kendisi ile konuşmasıydı. Renklerden tarihe, nesnelerden fırçalara uzanan bir yolda uzun uzun resimden söz ederdi. Hiçbir zaman iyi olmuş, ya da kötü olmuş demezdi. Yanıt vermekten çok soru sorardı.

Öğretmeni, annesi ile görüşmek istediğinde duraksamıştı ancak çağrılar yinelenince çaresiz annesine söyledi. Yağmurlu bir bahar günü, okul çıkışında eve uğrayıp, annesi ile birlikte atölyeye döndü. Yolda annesine öğütler vererek, sadece öğretmenin dediklerini dinlemesi gerektiğini söyledi. Yağmurdan ıslanmış saçları ile atölyeye girdiğinde, yüzünde, görücüye çıkmış kızlara özgü bir utangaçlık vardı.

Öğretmen, kendisini girişteki sandalyede bırakıp, annesi ile birlikte atölyeye girdi. Bir iki sandalye cızırtısından sonra uzunca bir sessizlik oldu. Biraz daha zaman geçince, annesinin ve öğretmeninin sesleri gelmeye başladı ancak bir homurdanma gibi dışarı sızan seslerden bir şey anlaşılmıyordu. Genellikle öğretmeni konuşuyor, arada bir de annesinin sesi duyuluyordu. Heyecandan midesi bulanmaya başladı. Tarif edilmesi güç bir sevinç vardı içinde. Biraz sonra annesinin kendisine seslendiğini duydu, saçlarını düzeltip kapıyı araladı. Adımını atar atmaz annesinin sesiyle irkildi:

– Doğru söylüyorsunuz da, kızın üstüne başına bir bakın, doğru düzgün bir ayakkabı alacak durumumuz bile yok. İşin doğrusu, biz kızı okula zor gönderiyoruz. Komşunun kızı geçen yıl sekreter olaraktan bir işe girdi. Kız hem kendine hem de ailesine bakıyor şimdi. Onun için ben resim değil, bilgisayar bilsin istiyorum. Müdürle de görüşüp bize üç beş liralık bir yardım ayarlasınız da kızı, resim yerine bilgisayar kursuna göndersek. Zaten, babası da size haber gönderdi, okul biter bitmez eve gelsin, geç kalmasın diye. Dediğim gibi bizim durumumuz güç. Şimdilik atölye, resim bize fazla…

Annesi konuşmasını sürdürüyordu. Öğretmeninin verdiği kısa yanıtları duymadı. Arada bir annesi, kendinden yana dönüp, “Söylesene kızım” dedikçe başını yukarı kaldırıyor sonra geri indiriyordu.

Dışarı çıktıklarında yağmur dinmişti. Annesinin koluna girdi. Derin derin soluyordu. Evlerinin sokağına girince, annesi durup, kendine doğru döndü. Belki gönlünü almak istiyordu.

– Akşama ne yapalım?

– Efendim?

– Akşam yemeğe diyorum, ne yapalım?

Yüreğini sıkıştıran, soluk alıp vermesini zorlaştıran şeye karşın gülümsemek istedi. O anda atölyeden çıktığından beri yüzüne yapışmış anlamsız ifadeyi fark etti. “Ne olursa” der gibi omzunu silkti.

Yolun bitmesi değil, yürümek de değil, yolun sonunu bilerek yürümek zor olanı…

Burak Kaya hakkında 128 makale
Müzisyen, yazar.