Delhi’den Agra’ya; Tac Mahal
06.12.2005
Delhi’deki ilk günüm seyahatimin ne kadar muhteşem geçeceğinin müjdecisi oldu.
Sabah erken saatte Delhi’den Agra’ya yola çıktık. Karayolu ile 200 km. yolu altı saatte alabildik. Bindiğimiz otobüs kılıklı araba 50 km/saat hızı geçemezken, düz gitmekten ziyade daha çok zıplıyordu. Aynı gün döndüğümüzü de dikkate alırsanız şu an bu satırları yazarken yorgunluğumu anlayabilirsiniz.
Ama her şeye değdi.
Aşk için yapılmış muhteşem bir eser. Bembeyaz bir mermer kullanılmış. Gökyüzünün rengi değiştikçe bu eserin de rengi değişiyor, daha doğrusu siz öyle algılıyorsunuz.
Eseri muazzam kılan sadeliği. Kusursuz bir sadelik sizi dinginliğe itiyor.
Tac Mahal ile karşılaştığımda sadece baka kaldım. Çevremdeki insanlar resim çekme yarışına kapılmışlardı. Ben ise güzel bir kadına hayran kalmışçasına baktım baktım baktım.
Şah Cihan’ın ölen karısı Banu’ya yaptırdığı Mozale’ye. Eser tamamen simetri üzerine kurulmuş. Fakat ne kadar ironiktir ki eserin bitiminden sonra ölen Şah Cihan’ın mezarı tüm simetriği bozan tek bölüm.
Şah Cihan, herhalde öleceğini ve Mümtaz’ı yani Banu’sunun yanına gömüleceğini düşünememişti.
Bugün beni etkileyen başka bir şey de trafikti. Araçlar (otobüsler, motosikletler, bisikletler, insanlar ve hayvanlar) sanki karşıdan gelen yokmuş gibi ilerliyorlar. İşin ilginç tarafı karşıdan gelenler de tüm yol kendilerininmiş gibi üstümüze ilerliyorlar. En tuhafı ise bu tablonun hiçbir zaman kaza ile süslenmemesiydi. Hep tam çarpıştık dediğimde ucundan yırttık.
Ha bu arada otobüste uyurken muhtemelen bir fare üstümde gezindi ve bir poğaçayı kemirdi. Ama yine söylemek zorundayım; Her şeye değdi. Uzunca bir duş yaptım, şu anda yataktayım, gözümün önünden Taç Mahal hiç gitmiyor.
Delhi Günleri / 09.12.2005
Delhi’yi görmek Hindistan’ı görmek demek değil. Agra’ya gittiğim günden beri beni heyecanlandıran bir şey göremedim. Açlık, fakirlik tüm dünyada var. O yüzden Delhi’de bunun en uç noktalarını görmek beni şaşırtmıyor. Belki bir Avrupalıyı daha çok şaşırtabilir.
Buradaki insanlar emir almaya alışmış. Kendi aralarında dahi kast sistemi olduğu için isteklerinizde emir kipi kullanmanız hiç yadırganmıyor. Hatta ufak bir şeyi yanınızdaki yardımcıya söylemeyip kendiniz yaparsanız, size aşağılayıcı gözlerle bakılabiliyor.
Delhi’de yaşayan Türklerle tanıştım. Pislik haricinde keyifleri yerinde, çok ucuza bir sürü çalışanları var. Ayrıca şehir yoğun nüfusuna ve fakirliğine rağmen güvenli bile sayılabilir. Tabii ki hırsızlık var ama Dünyadaki aynı nüfuslu (Delhi 13 milyon) şehirlerle karşılaştırırsanız hırsızlık çok az.
Daha çok yabancıların başına gelen tecavüz olayları ise üzücü. Delhi’de günde 3-4 kez gerçekleştiğini söylüyorlar. Hintlilerin açık bir toplum olmaması, seks tabu olmasından dolayı bunların olduğunu söylüyorlar. Kamasutra’yı yaratmış böyle bir topluluğun bu seviyede olması ilginç doğrusu.
Hindistan ile Çin ancak nüfus olarak karşılaştırabilirsiniz. Çin’de gördüğüm inanılmaz gelişmenin Hindistan’da rüzgarı bile yok. Hindistan’ın gelişimini en büyük sorun bürokrasi. İngilizlerin mirası bürokrasi, işleri içinden çıkılmaz hale getirmiş. Tüm Delhi’de alış veriş yapabileceğiniz bakkal veya market bulmakta bile zorlanıyorsunuz.
Bir de şu trafik. Bir çok arabanın dikiz aynası ya yok ta da içeri doğru kapatılmış, kullanılmıyor. Trafik o kadar yoğun ve kötü ki var olan veya açık olan dikiz aynaları muhakkak kırılıyormuş. O yüzden genelde arabalarda iki kişi var. Muavin sinyal olarak kullanılıyor.
Delhi’den sevgiler…
Nepal’de Zaman / 11.12.2005
Katmandu’dayım. Daha ilk günden şunu söyleyebilirim; bu şehirde sorularınıza basit cevaplar bulmanız mümkün değil. Bu şehri anlayabilmeniz için dinler tarihini bilmeniz, Hinduizm ve Budizm hakkında en azından fikir sahibi olmanız gerekir. Aksi taktirde göreceğiniz tapınaklar ve ritüeller size saçma gelebilir.
Nasıl Sufizm, İslamiyet’in dış kalıplarını değil de felsefesini almış ve bu felsefeyi ayinlerle süslememiş ve zorlaştırmamışsa Buda (esas ismi Siddhartha Gautama) öğretileri de (Budizm) Hinduizm’in dış görünüşünden ve milyonlarca mitolojik Tanrılarından sıyrılıp, felsefesi üzerine kurulmuş.
Budizm çok basit anlaşılabilir olmasına karşın disiplinli bir hayatı yaşama biçimi.
Dört yüce gerçek;
- Yaşam ıstıraplarla doludur.
- Istıraplar arzulara bağlılıktan doğar.
- Bu bağlılık sona erdiğinde ıstırap sona erer.
- Hayattaki acıları (bağlılıkları sona erdirmek için) sekiz basamaklı yolu izleyin.
Bunun temel adımı ise meditasyondur.
Buda Nepal’de doğmasına rağmen Dünyadaki tahminen 500-600 milyon Budist’in en fazla 2-3 milyon kadarı ancak Nepal’dedir. En çok Budist, Çin’de arkasından Japonya geliyor.
Nepal halkı Hintlilere çok benzemiyor, daha çok Merkezi Asyalı görünümündeler. Sanki esmer derilerini Hintlilerden çekik gözlerini ve belirgin elmacık kemiklerini Tibetlilerden almış gibiler.
Şehri yazmakla anlatmakta zorlanacağımı düşünüyorum. Bir çok şehri kağıda dökmek benim için kolay olmuştur, ama bu şehri kağıda dökmek zor, çünkü çok farklı.
Çok basitçe;
Karman çorman trafik ve kornaların arasında sessiz bir yaşam var burada.
Katmandu ve Çevresi
Bouddhanath yani Buda’nın gözleri, Swoyambhu – Maymunlar Tapınağı. Pashupati – Hindu tapınağı, Patan ve Bungmati şehirleri hepsi bir güne sığdı. Bunları görüp de İstanbul’da aynı yaşamıma devam etmem ilginç olacak herhalde.
Bungmati şehri hala on yedinci yüzyılı yaşarken, Bouddhanath’da (Buda’nın gömülü olduğuna inanılan yer) Budistler tespihlerini 108 kere çekip “stupa”nın etrafında 3 kere dönüp durduklarını bildiğim halde bunları kafamdan çıkarıp İstanbul’daki işime nasıl odaklanabileceğim?
Swoyambhu’daki (Budist Stupa’sı) maymunlar kim bilir benim gibi kaç kişiyi karşılamış ve onları hayrete düşürmüştür. Kim bilir kaç kişi Patan’ın güzel mimarisine vurulmuş ve tüm doğu mimarisinin feyz aldığı şehirde şaşkınlık içinde gezinmiştir.
Acaba onlar da benim gibi Pashupati’yi (Hindu tapınağı) maymunlarla birlikte uzaktan seyrederken yakılan ölülerin kokusu burunlarına çalınmış ve ölümü düşünmüş müdür?
Acaba onlar da 2175 metre yükseklikteki Nagargot’a çıkıp, Everest’ten güneşin doğuşunu seyretmiş ve hayatı düşünmüş müdür?
Nagargot’un eteklerine kurulmuş Bhaktapur şehrinde zamanın içinde kaybolup, gördüklerim doğrumu diye kendi kendilerini çimdiklemişler midir?
Bu büyüleyici yerler arabayla birbirlerine yarım saatle bir saat mesafe arasında bulunuyorlar.
Katmandu ve çevresi bin yıllar önce gölmüş. O yüzden olsa gerek ki burada olan depremler çok büyük felaketlerle sonuçlanmış. Suyun olduğu yerde nüfus çoğalmış. Şu sıralar Katmandu’nun en büyük sorunlarından bir tanesinin su sorunu olması ne kadar çelişkili değil mi?
Katmandu’nun zenginliği 13. yüzyıla kadar devam etmiş. Hindistan’dan gelen ajanlar Katmandu’yu gezerken demiri altına çevirebilecek bir maddenin Katmandu’da olduğu dedikodusu kulaklarına çalınmış. O tarihte Katmandu’daki bir çok binanın üzerinin altınla kaplı olması bu fikre daha kolay inanmalarını sağlamış. Bu yüzden olduğu söylenir 13. yüzyılda Katmandu’nun yerle bir edilme nedeni.
Varanasi / 15.12.2005
Asi ve Varuna nehirlerinin arasına sıkışmış inanılmaz bir şehir.
Ben bu şehri gördükten sonra dünyada hiç bir şehrin bir daha beni bu kadar şaşırtamayacağına inandım. Umarım bir gün yanıldığımı anlar ve beni en az bu şehir kadar şaşırtan başka bir şehirle tanışırım.
Kaldığım otelden Ganj nehrine giderken gördüğüm manzara aynen şöyleydi. Geniş bir caddenin ortası tretuvarla ikiye bölünmüş. Yolun bittiği her iki kısımda yıkık dökük binalar var. Yolda ise insanlar, inekler, köpekler, bisikletliler, motorlar ve arabalar karman çorman bir şekilde ilerliyorlar. İğne atsan yere düşmez.
Yol kenarlarında yemeye cesaret edemeyeceğiniz yerel yemekleri satan satıcılar, yerde traş yapan berber tezgahları, yüzlerce dişi yere sermiş diş işportacıları. Yolun tamamı toz ile kaplı ve egzoz dumanı.
Tam ben neredeyim ve buraya niye geldim diye düşünmeye başladınız da Ganj nehrine ulaşıyor ve her şeyi unutuyorsunuz. Milyonlarca insanı büyüsü altına almış Ganj size de farklı davranmıyor.
Gath adı verilen dokların arkasındaki korkunç görünümlü binaları seyredip tüyleriniz diken diken oluyor.
Elinizden Ganj nehri kıyısına ölmek için gelmiş aç susuz yaşayan insanlara üzülmekten başka hiç bir şey gelmiyor.
24 saat boyunca ölülerin yakıldığı “Yanma (Burning) Gath”larına yaklaşırken kendinizi orta çağda hissediyorsunuz.
Bir yanda yıkananlar, bir yanda çamaşır yıkayanlar, bir yanda deniz kabuklarından ses çıkartmaya çalışan insanlar.
Ganj’a iki dilek diliyorum, ortasında mum yanan çiçekleri Ganj’a bırakıyorum, Ganj’ın sonundaki Tanrıya ulaşsın ve dileğimi duysun diye.
Kajurao / 16.12.2006
Hindistan için tek şey söyleyebilirim. İnanılmaz.
Hindistan tek bir ülke değil her kilometresi ayrı bir ülke ayrı bir dünya.
İsmini Kahju ağacından alan kasaba 15000 nüfuslu. Dört köyü var.
Bu kasabada bulunan tapınakların dünyada eşi yok. Tapınakların üzerinde her türlü pozisyonu görebileceğiniz seks figürleri var. İşin en güzel yanı binli yıllarda yapılan bu tapınaklar 500 yıl ormanın içinde kaldığı için son derece iyi korunmuş.
Nepal Prensi olan Buda ve Varanasi Prensi olan Jadi M.Ö. 500 lü yıllarda kendi prensliklerini ve servetlerini bir kenara atarak birbirlerinden habersiz ve bağımsız olarak hayatın anlamını aramaya koyulmuşlar. Her ikisinin de bulduğu sonuçlar yakın çıkmış, “Arzu”ların yok edilmesi ile ruhun Nirvana’ya yani aydınlanmaya ulaşması.
Ve bu akımlar hem Nepal’de hem de Hindistan’da yayılmaya başlamış. İnsanlar 1500 yıl arzularına gem vurunca artık dayanamamışlar ve işte 1000’li yıllarda Hinduizm’e geri dönüşün patlaması yaşanmış. Bu patlama yüzyıllardır yapılamayanların da patlaması olmuş. Tabii Hinduizm’de arzuları kısıtlanması yok. Seksin daha zevkli hale getirilmesi için bilim dalları ortaya çıkmış; Kamasutra ve Tantri Yoga. İşte Kajurao’daki tapınakları süsleyen seks figürleri bu bilim dallarının sanat eserleri.
Burada sadece bu muazzam eserleri görmekle kalmadım aynı zamanda köylerde çok sıcak kanlı dostlar edindim. Bütün gün duman çeken Fransız bir budistin kurduğu okula da yardım ettim, Fransız bu köyde yaşıyor.
Seksle kalın.