(Yazının ilk bölümü için tıklayın.)
Ukrayna – Aralık 1995
Ben denizin üzerinde yürüyebilen şanslı insanlardanım. Ne muhteşem bir zevktir o. Denizin üzerinde ister koşun, ister kayın ufuk çizgisine doğru. Dönüp karaya doğru bakarsınız, bir de altınızda duran suya. Yazın sizi yutabilecek suyu teslim almış olmanın gururuyla, denizin üzerinde dikilip sahte kahramanlık taslarsınız.
Ukrayna’ya bağlı küçük bir şehir olan Mariupol’deyiz.
Haritada hiç dikkatinizi çekti mi bilemiyorum, Karadeniz’in Kuzey-Doğusu’ndaki bir boğaz, Karadeniz ile Azak Denizi’ni birbirine bağlar. Bu boğaz olmasa Azak Denizi Karadeniz’in hemen yanı başında koca bir göl olurdu. Boğaz sayesinde koca su, deniz unvanını kazanmış. Azak denizinin Kuzeyi’ndeki Mariupol’ün kendisinden hiç beklenmeyecek büyüklükte bir limanı var. Hemen hemen her kış bu deniz donar. Mariupol Limanı’na yığılan malların sevkıyatı aksar. Deniz içerisinde ancak “Buz kırıcı” diye adlandırılan çok güçlü gemiler hareket edebilir. Limanda yüklerini almış gemiler buz kırıcıları bekler. “Buz kırıcı” gemiler, limandan hareket ederken arkasına on kadar gemi takılır. Kırılan buzlar tekrar donmadan güvenle hareket eden yük gemileri bu servis için önemli bir para ödemek zorunda kalırlar.
Çalıştığımız şirkete ait binlerce ton çelik bu limanda takılı kalmıştı. Liman müdürüne ikramını yapan, kendi yük gemisini “Buz Kırıcı” arkasında gidecek gemi listesine koyduruyordu. Bizler gibi İstanbul’da gemisini bekleyen yük sahipleri de hammadde eksikliği nedeniyle üretimin durmasıyla karşı karşıya kalıyordu. İşte bu yüzden bulutlardan daha yavaş giden “Antonov 24” tipi pırpırlı uçakla İstanbul’dan Donyetsk’e geldik. Donyetsk’den bir saatlik karayolu yolculuğu ile Mariupol’deyiz. Yanımdaki iş arkadaşım o tarihte çalıştığım holdingin bir ticari şirketinde görevli Ümit Ağabeyim. Benden on beş yaş kadar büyük. Ukrayna’ya bir çok defa gelmiş, benim ise ilk ziyaretim.
Gemimizi yükletiyor ve gerekli işlemlerini yaptırdıktan sonra gemimizi limandan uğurluyoruz. Bir gün sonra, Zaporoje şehrinden “charter” bir uçak var. Sabahın erken saatlerinde Zaporoje’ye yola koyuluyoruz. Havaalanında uzun boylu sarışın bir kadın küçük bir taburede uçak biletlerini satıyordu. Yalnızca iki kişi bilet almıştı, ben ve arkadaşım. O gün bizden başka hiç kimse İstanbul’a gitmek istemiyordu. Tabii ki, uçuş iptal oldu.
O tarihte Ukrayna vizesi alınırken ziyaret edeceğiniz şehirler vizenin üzerinde belirtilirdi. Vizelerimize baktık Ukrayna üzerindeki ne kadar gereksiz şehir varsa yazılmış, başkent Kiev ise yok. Kiev uzak, ama THY’nin Kiev’den uçuşu var. Vize sorunu yüzünden Kiev’e gidemeyiz. Dört gün sonra Simferepol’den kalkacak bir uçak olduğunu öğreniyoruz. Simferepol, Kırım yarım adasının göbeğinde. Simferepol’ün Güneyi’ndeki Yalta şehri ise kalan günlerimizi geçirmek için enfes bir fırsat. Zaporoje’den Yalta’ya gitmek için en emin yol, tren. Tren istasyonuna gidiyoruz. Hava çok soğuk, soğuktan korunmak için hafif içmişiz. Ümit Ağabey bana göre daha çok içmişti, çakırkeyif denebilecek seviyede. İstasyonun giriş kapısını geçmemizle siyah bereli birisi aramıza girerek kolumuza giriyor.
– Militsya.
Yani, polis. Biz şaşkınlık içerisindeyiz. Daha neler olduğunu anlamadan bizi istasyon içerisindeki küçük bir odaya sokuyor. İçeride dört tane daha polis var. Biz ayakta polisler oturur haldeyken bizi sorgulamaya başlıyorlar; “Kimsiniz, niye buradasınız, nereye gidiyorsunuz, ne zaman ülkenize döneceksiniz?”. Rusça bildiğim için soruları ben cevaplıyorum. Cebimizdeki paraları kontrol ediyorlar, polislerden biri yüz doların üzerine çizilmiş bir insan resmine zevk içinde gülüyor.
– Sen mi çizdin?
Acaba hangi cevap hoşuna gider diye duralıyorum.
– Yok, kim çizmiş biliyorum.
– Bence komik, sence?
Bulunduğumuz ortama göre konuştuğumuz konu gerçek dışı gibi. Ne cevap vereceğimi bilmiyorum, en iyisi konuyu dağıtmak.
– Bilmem, sanattan anlamam.
Polis daha da zevkleniyor, kahkaha atmaya başlıyor.
– Soyun.
– Ben mi?
– Hayır, o.
Ümit Ağabeyi gösteriyor.
– Abi, senin soyunmanı istiyor.
– Niye?
– Bilmem istersen sorayım.
– Sor, ibneye.
Ben tercümanlık yapmaya başlıyorum.
– Niye soyunacağım, diye soruyor.
– Çünkü, ben istiyorum.
– Abi, kendisi istediği için soyunmalıymışsın.
– Bir tek ben mi soyunacağım, sen soyunmuyor musun?
– Ben niye soyunayım abi, adam senin soyunmanı istiyor.
Ümit Ağabey, homurdana homurdana soyunuyor. Buz gibi odada üzerinde külot haricinde hiç bir şey kalmıyor.
– Külotu da çıkar.
– Yok artık çüş, Ercan şu eşşoğlueşeğe söyle çok meraklıysa Onu otele götüreyim de…. Tövbe tövbe.
– Abi, adam seni zaten sinirlendirmeye çalışıyor. Oyuna gelmeyelim, göster aleti de rahatlasın.
Ümit Ağabey, üfleye püfleye külotu da çıkarıyor. Polisler Türkçe anlamıyor ya, Ümit Ağabey rahat.
– Beğendin mi koçum ?
– Söyle giyinsin, gidebilirsiniz.
Odadan çıkıp akşam kalkacak tren için biletimizi alıyoruz. Dışarı çıktığımızdan akşam bavullarımızla tekrar istasyona gelişimize kadar tek konuştuğumuz konu bu yaşadıklarımız. Ümit Ağabey, benim tercümelerimden şüpheleniyor.
– Oğlum, seni niye soymadılar?
– Ben nereden bileyim abi, herhalde çat pat Rusçama sempati ile yaklaştılar.
– Sen ne anlattın onlara?
– Abi, ne anlattığımı kaç saattir tekrar tekrar anlatıyorum ya, inanmıyor musun bana?
– Bilmiyorum bir acayiplik var. Bizim yabancı olduğumuzu gösterir senin şu aptal ponponlu beren haricinde hiç bir şey yok. Adam bizi istasyondan girer girmez sobeledi. Ayrıca sadece beni sorgular gibi bir hava vardı. Garip, çok garip. Çıkar şu bereni Allah aşkına.
İstasyonun geniş kapısından girerken aynı adam yine kolumuzdan giriyor ve aynı sahneler tekrarlanıyor.
– Militsya.
Ümit Ağabey ile birbirimize bakıp gülmeye başlıyoruz. Adam bizi aynı odaya götürüyor. Bereli adama dikkatle bakınca gündüz bize sarılan polis olmadığını anlıyorum. Devriye değişmiş, bütün polisler başka.
– Bizi öğlen de burada sorgulamışlardı. Sizler yenisiniz herhalde, arkadaşlarınızı telefonla ararsanız size bizi anlatabilirler.
Başlıyorum tek tek aynı açıklamalara. Polislerin kıdemlisi gibi duran adam;
– Peki, anladık. Söyle arkadaşına soyunsun.
Gülmemeye çalışarak;
– Abi, soyunmanı istiyorlar.
– Oğlum, bu adamlara para mı teklif ediyorsun ben soyunayım diye.
– Tamam abi, sen bana inanmıyorsan ben de tercüme falan yapmıyorum. Kendin bilirsin.
– Oh iyi iş be hem beni soydur, hem de kapris yap. Ne güzel iş be.
– Abi, seni ben mi soyuyorum. Karşında duran polis istiyor.
– Ben bilmem sen de soyun, niye yine ben soyunuyorum?
– Herhalde, gündüz çalışan devriye bunlara senden bahsetmiş. Bir de bunlar görmek istiyor, gerçek mi değil mi diye.
– Hiç komik değil.
Ümit Ağabey soyunuyor.
– Söyle giyinsin, gidebilirsiniz.
Sabaha kadar süren tren yolculuğumuz boyunca votka içtik. İndiğimiz tren istasyonuna bizi karşılamaya gelen Ümit Ağabeyin uzatmalı arkadaşı bizim halimizi hatırımızı sorduktan sonra, Ümit Ağabeye;
– Sana bir palto alsak iyi olur.
– Niye ki, üstümdeki paltoyu Türkiye’nin en saygın mağazalarından bir tanesi olan Beymen’den aldım.
– Belli. Senin üzerindeki son derece şık ve deve tüyü renkli paltoyu Ukrayna’da ya yabancılar ya da çok zengin mafya kılıklı adamlar giyer de ondan. Gezerken rahatsız olabilirsin.
(Yazının üçüncü bölümü için tıklayın.)