Tarih: 28 Ağustos 2002,
Yer: İbn-i Sina Hastanesi, İntaniye Yoğun Bakımm
İnsanın hayata bakışını belirleyen bir çok etken vardır. Aile yapısı, sosyal yaşantısı, iş ortamı ve eğitimi. Ben bir mühendisim. Eğitimimin de etkisiyle hayatın bir çok öğesini matematiksel algılarım. Gerçekçi yanım daha güçlüdür.
Mühendislerin ortalama davranış biçimi gerçekçi hayat bakışında odaklanır.
Yaşadığım deneyimlerden, mühendislere tepki duyan bir grup insanın var olduğunu tespit etmiş durumdayım. Bu insanların mühendislere tepki duymasının temelde iki ayrı nedeni var. Bir kısmı mühendislerin kendi mesleklerinin dışında işler yapıyor olmasına tepki gösteriyor. Bu tepkileri sık toplayan bir kişi de benim. Ben yağ ihracatı yapan bir metalurji mühendisiyim.
Geçenlerde sağ elimde titreme olması nedeniyle profesör unvanlı bir nörolog doktora gittim. Bir çok sorusuna cevap verdiğimden, otuz iki yaşında olduğumu ve Sabancı Holding’te ihracat müdürlüğü yaptığımı söylemek zorunda kaldım. “Fazla lafa ne hacet, sizin sıkıntınız belli oldu” dedi. Hastalığımla ilgili soruları mesleğimle ilgili sorulara dönüştü. Kızı ODTÜ Uluslararası İlişkiler’den mezun olduğu halde kendine uygun iş bulamıyormuş. Sanki onun yerini ben kapmışım gibi konuşmaya devam etti. Yanlış ilaç vermesinden korkup hızla toparlandım.
Bir de Tada’nın jinekologu tipinde olanlar var. Bu tipteki tepkiciler mühendislerin hayata bakış açısına karşı olanlar. Eşimle birlikte gittiğim ilk muayenede sorduğum sorular karşısında mühendis olduğumu hemen tahmin etti. Bu tahminin doğru olduğunu anladıktan sonra bana bakışları değişti. Bana “Artık soru sorma” der gibi bakmaya başladı. Benim sorularım devam edince ise ortam daha da gerildi. Tada araya girip müdahale etmeye kalktığında doktor son sözü söyledi. “Sorularınızı anlayabiliyorum, ama siz benim cevaplarımı anlayamazsınız. Çünkü tıp yuvarlaktır” dedi. Sonra bir kaç kez daha “Tıp yuvarlaktır” diye tekrar etti.
Doktora çok kızdım. Mühendislere saldıranların çoğuna karşı mühendisleri korumaya geçmem. Bu onları daha da kızdırır. Hatta bazen onlara hak verdiğimi söylerim. Bu ise onları kışkırtır. Oysa gerçekten de onlara hak verdiğim zamanlar olur. Çünkü biz mühendisler analitik düşünürüz. Analitik düşüncenin gerekli olduğu meslek dallarında da söz sahibi oluruz. Bu gerçekten diğer meslek sahiplerini rahatsız edebilir. Çünkü onlar hiç bir zaman mühendislik yapamazlar.
Jinekologa sinirim hiç geçmedi. Evde dahi ara sıra Tada’ya doktoru hakkında söylendim. “Ne mesleği varmış be, yuvarlakmış, yuvarlak. O ne demek ise?”. Tada ise doktorun mesleğine burnumu sokamadığım için sinirlenmem gerekmediği telkininde bulundu.
Hüseyin Baba, eşim Tada’nın babası, hastalandığı için bir hafta önce Ankara’ya İbn-i Sina Hastanesi’ne ziyarete gittik.
Hüseyin Baba, hayatımda değer verdiğim insanlar arasındadır. Açıkçası değer verdiğim insanlar listesi de çok uzun değildir. Tam bir aydın. Ankara Beypazarı Adaören Köyü’nde doğmuş. Hayatını okumaya ve bilgiye odaklamış. Nice mücadelelerden sonra Dil Tarih Coğrafya’dan mezun olmuş. Kendi köyünün gençleri için örnek olduğu gibi dil konusunda Türkiye’deki en önde gelen insanlar arasına girmiş. Hayatta para yerine bilgiye değer veren bir kişi. Basılı bir çok kitabı var. Bu kitaplarının hiç birisi para kazanmayı hedefleyerek yazılmamış. Amacı hep kendi edindiği bilgi birikimini insanlarla paylaşabilmek olmuş. Ekonomik yönetimi dahi eşine bırakmış. Sinirlendiği konuların başında Türkiye’nin yönetimi gelir. Hep insandan yana yönetimleri desteklemiş. Bir aydın da başka ne beklenebilir ki.
Onunla ilk tanışmamızı daha dün gibi hatırlıyorum. ODTÜ yıllarımızda, kendisiyle tanışmak üzere Ulaştırma Bakanlığı’na gittim. Tada, bana sorulara hazırlanmamı söyledi. İlk sorusu “Hangi kitabı okuyorsun?” olur dedi. Şimdi emekli, fakat o zamanlar Ulaştırma Bakanlığı Eğitim Daire Başkanı idi. Tada ile birlikte odasına girdik. Çayların gelmesi ile tahmin edilen soru geldi. “Kadın ve Şeriat”ı okuyorum dedim. Kitabın yazarı İlhan Arsel hakkında uzun uzun konuştuk. Odasından çıkarken Tada’nın yüzü gülüyordu. Sınavdan geçmiştim. Bu olay tam on iki yıl önceydi.
Onunla sohbet ayrı bir zevktir. Saatlerce konuşursunuz, sohbet sırasında söylediği bir cümle ise hayatınıza bakışınızı bile değiştirebilir. Sohbeti içerideki odalarda sakladığı yüzlerce kitabın özeti. Bir gün yazlıkta Komunizm’in Kara Kitabı” isimli kitabı okuduğumu gördü. Kitap kalınca, bin sayfanın üzerinde, ben yarısına daha gelmemişim. “Komunizm insan için kurulmuş, fakat sonradan insanı unutmuş” dedi. Sonrada bu söylediğine üzüldü. Çünkü ben kitabı bıraktım. Kitaptan çıkması gereken sonucu söylemişti bile. Ufak tefek tartışmalarımız ise hep görüş ayrılığından olmuştur. Yahudilerin bir sözünü söylediğimde çok sinirlenmişti, “Zenginsen akıllısın, fakirsen aptalsın”. “Benim için en büyük değer bilgidir” demişti.
Bir yıldır bir kaç hastalıkla mücadele eden Hüseyin Baba ile hastane odasında yine sohbete daldık. Hastane ortamında aklıma hep Tada’nın doktoru geliyordu. Doktorun sözlerini, Hüseyin Baba’ya anlattım. O da bulunduğu sıkıntılı ortamdan dolayı doktorlara ve hatta hemşirelere dahi biraz kızgındı. Aslında onların işlerini yaptıklarını söylüyordu, fakat hastalığını araştırmak için kendisini yorduklarını da belirtmeden edemiyordu. Bana moral vermeye çalıştı. “Takma kafana, doktorlar değişik olur” dedi.
O hafta sonu hep yüksek ateşiyle boğuştu. Pazar günü yanından ayrılmadan önce verdiği iki mesaj oldu. “Aile sistemine çok karşı geldiğim oldu, hatta kitaplarımda dahi bu sistemi yargıladım. Oysa yanılmışım aile çok önemliymiş” dedi. Onunla birlikte tek yürek olup hastalığına karşı savaşmasına destek olmamız, yıllarca konuşmadığı akrabalarının dahi etrafında dönmesi bu düşüncesinin kaynağıydı. Bizi her gördüğünde morali yükseliyordu.
“İyileşince artık kitap da yazmayacağım zaten” dedi. Oysa ki yazmak Hüseyin Baba’nın vazgeçilmeziydi. Bu sözü beni çok üzmüştü. Nedenini sorduğumda, “Kime yazıyorum ki?” dedi.
Ziyaretimizden bir hafta geçmişti ki bir telefonla uyandık ve sabaha karşı Ankara’ya vardık.
Hüseyin Baba’nın kalbi iki kez durmuş. Olay anında Hüseyin Baba’nın başında olan doktorun yaptığı kalp masajı sayesinde hayata geri dönmüş.
O andan itibaren bilinci yerinde değil. Doktorların tabiriyle “Ağır koma”da. Solunumuna bir makine destek veriyor. Bilinci kapalı ve bu gece hiç hareketsiz geçirdiği beşinci gecesi. Ailesi yine yanında. Bu gece nöbetçi benim. O’nun bir metre ötesinde Hüseyin Baba’nın hayatta en sevdiği şeyi yapıyorum. Yazıyorum.
Bu hastanede geçirdiğim beş günlük süre içinde hayat hakkında daha derin düşünmeye fırsatım oldu. Tıp gerçekten yuvarlak. Artık bizim jinekologun cevaplarını anlayabilirim. Aslında doktor şunu söylemek istiyormuş; “Sorduklarının cevabı var, fakat matematiksel değil. Vereceğim cevaplar tecrübelere dayanarak açıklanacak varsayımlardır”.
Aynı hastalık için bir çok doktora gidersiniz, hepsinin size ayrı bilgi vermesi ve farklı tedavi önermesi mümkündür. Hepsinin benzerliği ise hasta yakınına olabilecek en kötü ihtimali ilk önce anlatmalarıdır.
Hastanede geçirdiğim günlerde anladım ki doktorlar hastalıkta olabilecek gelişmeleri tecrübelerine dayanarak tahmin ediyorlar, fakat hiç birisi tahmininden emin olamıyor. O yüzden olabilecek en kötü ihtimali baştan söyleyiveriyorlar. Çünkü, “Tıp yuvarlaktır”.Bu bana FB-GS maçlarındaki yorumları hatırlatıyor. “Top yuvarlaktır”.
Hüseyin Baba’nın yanında beklerken bize moral vermeye gelen hasta refakatçileri çok oluyor. Doktorların verdikleri bilgilere moralimizin bozulduğunu gören bir hasta yanımıza geldi ve “Hayatla ölüm arasında çok ince bir çizgi var” dedi. Bu refakatçi annesi için oradaymış. Annesi rahatsızlıkları nedeniyle sık sık İntaniye’ye gelmek zorunda kalıyormuş. Annesi her şeye rağmen sağlıklı gözüküyor, oysa eskiden çok ciddi bir rahatsızlık geçirmiş. Nedeni belli olmaksızın bilincini yetirmiş ve komaya girmiş. Bilinci kapalı olarak geçirdiği altıncı günün sonunda kalbi durmuş. Hikâyeyi anlatan hanım, annesinin kalbinin durduğu gün daha önce ölen kardeşini defalarca annesinin baş ucunda gördüğünü söylüyor. Kalbin durmasıyla “Annem ölüyor” diye haykırmış. Sesten irkilen annesinin kalbi tekrar çalışmaya başlamış. Bu olaydan kısa bir süre sonra annesinin bilinci açılmış. Doktorlar annesine durumu izah etmişler ve ne hatırladığını sormuşlar. “Karanlıktı, korktum. Kızımın elinden tutum ve yürümeye başladık. Bir an elimi bıraktı ve ayrıldık” diyerek komada geçirdiği altı günü özetlemiş.
Tıpta ingilizce “Flat line” tabirini, hanımefendi “İşte hayat ve ölümün arasındaki ince çizgi. Her şey o kadar basit ki” diye tanımlıyor. Ekliyor, “Doktorlar işlerini yapıyorlar, fakat o ince çizgi Tanrının emrinde”
İnsanın yok olacağını düşünmesi ölümden korkmasına yol açıyor. Oysa ki doğduğumuz günden bir önceki gün de yoktuk. Doğumumuzdan önce var olmadığımıza üzülmüyoruz da öldüğümüzden bir sonraki gün için korkuyoruz.
Başka bir hasta refakatçisi de yanıma geldi, “İnsan doğar, büyür ve ölür” dedi. Bunu ilkokulda öğretiyorlar. Fakat, refakatçi o kadar basit söylüyor ki hele bu ortamda ürpermemek mümkün değil.
İnsanın doğumu bizler için ne kadar mucizevi ise ölümü de öyle olmalı. Milyonlarca spermden yalnızca bir tanesi yarışı kazanıyor, yumurta ile birleşiyor, genetik şifreler birleşiyor, annenin karnında sıvı içinde geçirdiği gelişim, çıkış zamanın bilinmesi ve annenin organizması ile uyumlu gerçekleşen muhteşem doğum.
Ölümü vücudun toprağa kavuşması kadar basit açıklamak, doğumun muazzamlığına hakaret olurdu. Ölümü bilmememiz, onu basite indirgememizi gerektirmemeli. O ince çizginin iki tarafı da bizim anlayamayacağımız kadar karmaşık.
Çizginin üzerinde uyuyan Hüseyin Baba’nın bize sağlıklı olarak geri dönmesini çok istiyorum. Bunun nedeni, benimle akraba ilişkisi değil. Çünkü dünyada bilgiye değer veren, komşusu için kin beslemeyen ve üretken insanların sayısının yüksek olması gerekiyor. Aksi halde kara şapkalı insanların sayısı beyaz şapkalı insanların sayısını geçerse Dünyada yaşanan hayatın da bir değeri kalmayacaktır.
Hüseyin Baba’nın kurtulma şansına yüzde bir bile değil diyorlar. Şansımız binde bir bile olsa bizim için önemli. Unutmuyorum ki “Tıp yuvarlaktır”, yani “Tanrı büyüktür”.
Yukarıdaki yazı Hüseyin Baba’nın yanında yazılmıştı, yazının temize çekilmesini ise İstanbul’da yapıyorum.
Hüseyin Baba’yı kaybettik. Tam on üç gün çizginin üzerinde cambazlık yaptı. Sonunda Tanrı kararını verdi. O’nun şu anda son derece huzurlu olduğuna eminim. Biz ise O’nu bir süre göremeyeceğimiz için üzgünüz.
Hüseyin Kılınç (Kitaplarında “Kılıç” geçer)
1938 yılında Beypazarı’nın Adaören köyünde dünyaya geldi. İlkokulu köyünde, ortaokulu Beypazarı’nda, liseyi Kastamonu’da okuduktan sonra girdiği Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. Aynı zamanda Etnoloji ve Kamu Yönetimi eğitimi de alan Hüseyin Kılınç, daha lise yıllarında Vatan ve Hür Vatan gazetelerinde haberci olarak çalışmaya başladı. Bir süre edebiyat öğretmenliği de yapan Hüseyin Kılınç’ın Ilgaz, Sesimiz, Dönemeç, Somut, Yazko, Türk Dili, Tarih ve Toplum gibi dergilerle çeşitli gazetelerde araştırma, röportaj, eleştiri ve öyküleri çıktı. 1984’te Dil Ana (inceleme; Yenigün yayınları), 1986’da Çingenem Çengi Çengi (Roman; Hacan yaynları), 1995’te Kadın Sorunsalının Osmanlıcası (inceleme: Prospero Yayınları), 1998’te Kadın’ın Batı Serüveni (İnceleme, 3 kitap; Art Yayınları), 2000’de Konuşan Kadavralar Komedyası (Dil ve kültür yazıları; Otopsi Yayınları) adlı yapıtları yayımlandı ve yine 2000 yılında Kadının Batı Serüveni (Otopsi Yayınları)’nin tek cilt olarak 2. baskısı gerçekleşti. Tarihte Sümer Sümer’de Kadın yazarın bitirmek üzere olduğu fakat rahatsızlıkları nedeniyle yayınlanamayan yedinci kitabıdır. Kürt Jargonu üzerine yaptığı çalışmaların da tamamlanamaması bizler için bir kayıptır. İlki kız, iki gencin babası Hüseyin Kılınç, 6 Eylül 2002 tarihinde saat 11:45 civarında yaşama veda etti.