– Ankara –
Bütün metropol insanlarının, nereye gitse peşini bırakmayan bir şehri mutlaka vardır ve bu şehir bir kambur gibi yaşamın sonuna kadar da bırakmaz kişiyi. Sırtınızda taşıdığınız şehrin uzaktan siluetini gördüğünüzde neler hissedersiniz? Bir müzmin Ankara taşıyıcısı olarak Ankara’yı ne zaman batı ve güneydeki şehirlerden gelirken uzaktan görsem hem eve ulaşma heyecanını, hem de sadece Ankara’ya özgü olan kasvetin içerisine dalmak üzere olmanın iç sıkıntısını duyarım. Ama aynı zamanda buruk bir özlemle çatık kaşlı kentime kavuştuğumu da söyleyebilirim. Ankara enteresan bir kenttir. İçindeyken ve ne zaman ayrılanacağı belli değilken sıkıntıdan yoramayacağı bir canlı türü yoktur. Biraz fazla karadır, asık yüzlü, eğlencesiz, toprağı ve de tozu, pusu boldur açıkçası. Sıcak denizlere de nereden bakılsa 6-8 saat yol gitmeden ulaşılamaz. Sadece bu bile başlı başına yeterlidir sevimsiz olmak için açıkçası.
– Deniz –
Ankara’dan ayrılmak da, Ankara’ya ulaşmak da benzersiz zevklerdir benim için. Ankara’yı her terk ettiğimde içimde zıplayıp duran sevinç kabarcıkları oluşur istisnasız. Ama geri dönüşlerde de aynı kabarcıkların daha irilerinin içimi sarstığını hissetmişimdir. Ve ilginçtir ki bunu Ankara’da yaşamak zorunda olup sırf Ankara’da deniz olmadığı için Ankara’yı sevmeyip ciddiye almayan İstanbullu, İzmirli, Antalyalı sahil insanlarının da Ankara’dan ayrı kaldıkları dönemde hissediyor olmalarıdır. Sahil çocukları kendi şehirlerindeki herhangi bir tepeyi aştıklarında yüz yüze kaldıkları mavi sokaklara ve mavi bulvarlara bozkır kentlerinde rastlayamıyor olmanın asabiyetini nedense doğuştan gri kır çocuklarına hayıflanarak ve kara kentleri ezerek çıkarmaya çalışırlar. Ve çoğunlukla bu konudaki eksikliğini ve ezikliğini kabul eder benim gibi kıyısı olmayan çocuklar.
Deniz çocukları denizsiz bir kenti kentten bile saymazlar neredeyse. Zorunlu olarak yaşadıkları kıyısız kentlerde sahile inen sokakların özlemiyle yanar tutuşurlar. Kendilerini de biraz önemli ve gün görmüş hissederler nedense. Sanki biz kara çocuklarına göre daha fazla şımarmaya hakları olduğunu hissediyorlarmış gibi de gelir bana. Tüm bunlara rağmen Ankara, içinde yaşayanları kendi özel hüznüyle yoğurur ve fark ettirmeden kendisine bağlar insanı. Ve hiç anlamadan bakarsınız ki deniz çocukları ayrıldıklarında Ankara’yı özler olmuşlardır.
– Esas Şehir –
Bir şehir insanının doğduğu ve büyüdüğü şehrin yeri, bir başka şehir tarafından hiç bir zaman ikame edilemez. Yaşam koşulları ve standartlar ne kadar değişmiş ve yükselmiş dahi olsa gözlerin ilk açılmış olduğu ve ilk nefesin alındığı kent, kişinin yaşamından ve yakasından asla düşmez. İlk nefes ciğerlere çekildiğinde eğer havada denizden yayılan iyot kokusu varsa artık o kişinin sırtındaki şehri bir deniz şehridir. Yaşam nerede devam ediyorsa etsin, kişi asıl kentinden ayrıldıktan sonra, yeni yaşadığı yerdekiler gibi düşünemez, yaşayamaz. Bir deniz evladı Ankara’yı özlese benimsese bile ancak kendi deniz kokan şehrinde gerçek benliğini yakalayabilir ve kendi şehrindeki insanlar gibi eğlenir, yemek yer, suskunlaşır, yaşlanır ve ölür. Belki de yaşamını başka şehirlerde ve hatta ülkelerde geçiren kişilerin doğdukları yere gömülme vasiyetlerinin nedeni de budur.
Hatta kimi insanlar için bu durum değil bir şehre, bir semte, hatta bir mahalleye hatta ve hatta bir sokağa, bir binaya, bir odaya kadar indirgenebilir. Böylesi insanlar tarzlarını içine kattıkları, etkiledikleri ve de etkilendikleri, en önemli ya da en önemsiz parçası oldukları daracık çevrelerinin dışına asla çıkamazlar. Aynı şehir içerisinde başka bir semtte dahi yapamaz bahsettiğim tipteki insanlar. Denizde yaşaması mümkün olmayan tatlı su balıkları gibi görünürler gözüme, ben de onlardan olduğum halde. Böylesi bir kişi büyük şehir insanı olarak kabul edilebilir mi? Bu kişinin taşra insanından farkı var mıdır?
Kişinin esas şehri ailesi gibidir ve -tıpkı ailesini seçme şansı olmadığı gibi- içine doğacağı şehri de seçme şansı olmamıştır. İçine doğulan kentten uzaklaşmak ve reddetmek de ancak insanın ailesinden uzaklaşması ve reddetmesi kadar mümkündür. Dünyanın neresine gidilirse gidilsin hangi insanlarla ne kadar derin ve sağlam bağlar ilişkiler kurulursa kurulsun insanın kalbindeki ve sırtındaki bu iki gerçeği yok sayması olanaksızdır. Son derece sert iş, aşk ve yaşam koşturmacalarında güvenilen dağlara yağan karın ayazından sonra anne babanın değerini anlayan ve buğulu gözlerle ısınmak üzere eve dönenlere benzer başka şehrin kazığını yiyip esas kentine (denizine veya bozkırına) dönen, kaybetmemeye programlanmış ama başka şansı bulunmayan metropol insanları. Birlikteyken sıkıntı ve tartışmadan başka bir noktada buluşulamadığı düşünülen ailenin ve sırttaki kentin çatısı kırık kalpli insanların soluklanabildikleri iki yerdir bu anlamda.
– Ankara-İstanbul –
Sırtımdaki Ankara ile birlikte İstanbul’da bulunduğum kısa süreler içerisinde yolda yürümek sıkıntı vermiştir hep. Sanki göz göze geldiğim herkes Ankaralı ve karasal bir adam olduğumu anlıyormuş gibi gelmiştir bana. Ama ben de onlara hep sırtınızdaki yükünüz benimkinden çok daha ağır der gibi bakmışımdır. Çünkü bir çoğu başka şehirlerden gelmişlerdir oraya. Sırtlarındaki yükü, İstanbul’da taşımak daha da güç olsa gerek. Hiçbirinin gözlerimden, bakışlarımdan bunu anlayabildiklerini sanmıyorum elbette. Çok da önemi yok belki. Ne de olsa herkesin kendi yükü kendine.