İçe Yolculuk

İçe Yolculuk

İnsan, çoğu zaman, her yolculuğa gezip görmek adına çıkmaz. Kendi adına, kendini tanımak adına da çıkabilir. Buna iç yolculuk deniyor. Gezip görmenin en zor olanı da budur. İnsanın kendini tanımak adına içine kaçması… İç yolculuğuna çıkması… Gezmek, elbette çok gerekli ama daha da önemli olanı görmektir. Geziyoruz ama görmüyoruz. İç yolculuğuna çıkmayan birinin göreceği bir güzellik de hiç olmadı, hiç de olmayacaktır çünkü. İç yolculuğuna çıkılmadan yapılacak her yolculuk, bir aldatmacadan, yan gelip yatmaktan başka getirisi olmayan sığlıktan uzaklaşmadı hiç.

Odeyssia, ünlü gezisine çıkmadan önce tüm ilaheler, ona, yalvarıp vaatlerde bulunurlar:

– “Dile benden ne dilersen yeter ki çıkma şu yolculuğa.”

Oysa Odeyssia aldırmaz, kimseyi dinlemez. O sadece deniz yolculuğuna çıkmıyor, içinin de yolculuğuna çıkıyordur. O, kendini var eden değerleri yitirmiş biri olarak sadece evine dönmekle kalmıyor; içine, kendine de dönüyordur aslında. İlahelerin anlamadığı budur.

Değil mi Homeros?

Nesimi, ta Bağdat yöresinden kalkıp Hacı Bektaş Veli’nin yanına dek yolculuk yapar. Hacı Bektaş Veli’nin belki kabul etmediği Nesimi, yüreğine bakar, ta içine… Gezer, görür ve yanar. Sonra dile gelir ulu pir:

“Kâh çıkarım gökyüzüne, seyrederim âlemi… Kâh inerim yeryüzüne, seyreder âlem beni” diyerek kimselerin görmediği âlemi gökyüzünden seyran eyler.

Nesimi, Bağdat’a döner. Bu yolculukta kendini bulur. İçine bakmıştır çünkü. Âlemi seyrederken âlem de onu seyreder.

– “Enel hak” der.

İçine yolculuğunu yapmayanların hışmına uğrayacağını bilerek bağırır. Öldürüleceğini bilerek üstelik. Kadı Efendi ferman çıkarır:

– “Katli vaciptir. Derisi yüzüle. Dikkat edile, derisi yüzülürken kanı bir yerinize damlamasın. O kan bir yerinize damlarsa artık o yer de mundardır, kesilecektir.”

Gariptir, derisi yüzülürken Nesimi’nin kanı Kadı Efendinin parmağına sıçrar. Nesimi bağır:

– “Haramsa kanım, Kadı Efendi’nin parmağı kesile!”

Elbette kadı parmağını kestirmez. Nesimi’ye nahak olan ona haktır. Nesimi’nin dik duruşuna efsaneler, menakıbnameler eşlik eder. Derler ki:

– Nesimi, derisi yüzülünce eğilip derisini alır ve bir post gibi sırtına vurup yürür. Nesimi o gün bu gündür iç yolculuğundadır. Ama Kadı Efendi asla ve kata yolculuğuna çıkamaz.

Değil mi Şeyh Bedrettin?

Kimi yolculuklar da acının, hüznün adına yapılır. Kentin o yorucu yaşamına alışmak, ekmeğini kazanmak adına durup dinlenmeden yapılan yolculuklar… Taşı toprağı altındır, diye yurdun dört bir taraftan kaçarcasına çıkılan yolculukla, yola çıkanın kimliğini de oluşturur. İşte tam da bu sırada Seyran’a çıkar Gülten Akın. Dört bir yandan yola çıkanların seyranına bakıp şiire koyulur. Ekmeğinin yolculuğuna çıkanların hüzünlü, yürek burkan maceralarına tanıklık eder büyük ozan ve kendi de Seyran’a çıkar. O, annedir, şairdir ve de avukattır. Artık o yazmasında kimler yazsın? Adamdan içerli kuşlar ağlasın, diyerek hayata ve insanlarına tanıklık eder. Sonra bir gün Kestim Kara Saçlarımı, deyip bir daha iç yolculuğundan başka bir yolculuğa çıkmaz. Kimselerin durup anlamaya zamanı yok değil mi Gülten Akın usta?

2500 yıl önce antik Yunanistan’dan bir bilge sorar:

– “İnsanlar bayramlarda, seyranlarda neden yazlıklarına, dağ evlerine kaçıyorlar da içlerine kaçmıyorlar?”

Nasıl da ağır, nasıl da sorgulayıcı bir soru? 2500 yıl önce sorulmuş ama yanıtı hâlâ bulunamamış. İnsanlar, heyecanı canlı bir iç yolculuğu yapmadan yola düşüyorlar çünkü. Geziler, kalabalık sahillere, hep birilerine fark atmak ve hep övünmek için yapılıyor çünkü. Oysa eski deyiştir:

– “Bilgelik dediğin, ancak yalnız kalınarak kazanılır.”

Ve kimse bilgeliğine bilgelik katmak adına yola çıkmıyor artık.

– “Sana yolculuk yapmak istiyorum. Kes yüreğine giden bir bilet. Can kenarı olsun.”

Yolculuğun aşkla buluşmasındaki bu ince güzellik, içe yapılan bir seyrandan başka nedir ki?

Değil mi Cemal Süreya?

Hiç kimse, yola çıkarken kendinden kaçamaz. Kendinden kaçmak ya da salt eğlenmek için yapılan her yolculuk yarım, eksik… Yarım olan, eksik olan da sığdır, yavandır. Hayatı, bir eğlence, hele yolları ve yolculukları dinlenme alanları olarak algılamak, bütünü görmemektir. Her yolculuk, içimize bir değer katıyor, bir şeyler üretiyor, bir şeyleri sindirmemize yardım ediyorsa bütün olur, parça olmaktan kurtulur. Yoksa bir şeylerden kaçmakla gidilecek her yer aynıdır. İçini tanımadan, içine kaçmadan çıkılacak her yol aynı, her deniz tuzlu, her ağaç yeşil, her insan ayı, her papatya beyaz sarı…

Değil mi Kavafis?

Arkasına bile bakmadan gitmek isteyenler çok. Oysa anısız yollara çıkmak, içinden bir şeyler taşımadan seyran eylemek Araf’ta kalmakla eş. Her insan yolculuğunu kendi bilinci kadar gerçekleştirir. Kimin bilinci uzunsa yolları da, gezisi de uzar ya da tersi. Aynı ülkeyi yüz değişik gözle görmüyorsa insan, vah onun haline. Herkesin yolculuğu kendine…

Değil mi Proust usta?

Hüzünlü düdüğünü çalan bir trende, yanağını cama dayayıp hem içine kaçmak hem de yola çıkmak… Tren düdüklerini neden bu denli hüzünlü yaparlar diye sormak…

Değil mi Hasan Hüseyin usta?

7 Comments

  1. çok beğendim.üsluba hayran oldum. sıkımıyor okutuyor, bir şeyler veriyor. kutlarım yazarı

  2. yazıyı okuduğumda çarpıldım sanki. üslubuna akıcılığına hayran kaldım. yazarın başka yazıları var mı

  3. Alalçatı’da rakı balık keyiflidir ama bu denemeyle daha anlamlı hale geliyor 🙂

  4. Kişi kendini bilmek kadar irfan olamaz. İç yolculuğun getirdiği irfan. Kendini tanı, dünyayı tanı.
    Hem doğu hem batı tefekkürü.
    Eline sağlık Numan.

    • konu da yaklaşım da güzel. fakat kendi iç dünyanızı anlatmamışsınız. kendi iç yolculuğunuzda ne gördüğünüzü de okumak isteriz

  5. Belki de yolculuk bizi ayakta tutan, kendimizi tanırken güçlüklere direnmemizi sağlayan ve bizi gerçeklerle yüzleştiren.
    Keyifle okudum ve bitmesin istedim, emeğinize sağlık..

  6. Çok güzel bir yazı, bizlerle paylaşmanız büyük mutluluk.
    Yeni yazılarınızı en kısa sürede okumak dileğiyle..

Yorumlar kapatıldı.