Sivas, Divriği türküsü, anonim… Çeşitli öyküsü var türkünün. Hepsinin ortak yanı ağıt olması…
Sivaslı bir delikanlı, vaktizamanında bir Hristiyan beyininin kızını sever. Genç kız da delikanlıyı… Delikanlı sevdiği kızı istetir ama Müslüman diye vermezler. Din ayrımı bahanedir oysa. Genç, yoksul olunca dini, mezhebi öne sürerler. Zengin olsaydı din söz konusu edilmeyecekti.
Var evi kerem evi, yok evi verem evi hesabı… Delikanlı da gereğini yapar, sevgilisini kaçırır.
Bey ve sıra sıra atlıları, sanki günahkârlarmış gibi peşlerine düşer sevgililerin. Çok geçmeden de yakalanırlar. Delikanlı öldürülür. Tek suçu sevmektir oysa belengazın. Bir de yoksul olması (!)
Bey, kızını çok geçmeden evlendirir. Genç kadın, yaşayan ölüdür artık. Sevmediği bir adamın kollarında, sevdiğini düşünmek hem kendine hem de sevmediği adama zulümdür.
Türkünün çatısı diğer türkülere örtüşüyor. Yoksulluğun çatısına, yazgısına… Kırık ve yaralı…
Türkü, genç adamın ağzından yakılır daha sonra. İnsan olanın içini dağlayan hüznün, muradını alamayan iki kişinin türküsü… Biri toprakta, diğeri her gün ölen…
Prometheus’un gündüzleri kartal tarafından parçalanan ciğerleri, akşamları yeniden oluşur. Genç gelininse “leyl ü nehar” delik deşiktir ciğerleri. Prometheus’un gecesi vardır en azından. Gelindeyse ne gece ne gündüz… Prometheus, işkence neymiş, gelsin, görsün!
“Akşam olur karanlığa kalırsın
Derin derin sevdalara dalarsın.”
Gelin, akşam olup el ayak çekildiği zaman A. M. Dranas’ın “hoyrat” akşamları çöker yüreğine. O zifiri karanlıkta seyrettiği şeyse cehennemi, yanan sevdasıdır. Gözünde kalan kırık bir aşktır artık. Bir ağrı daha başka nasıl anlatılır “oy gelin” dedikten sonra?
“Beni koyup yad ellere varırsın
Sana zulüm bana ölüm değil mi?”
Yanıtını içinde taşıyan sorudur bu “Sana zulüm bana ölüm değil mi?” sorusu. Sevgiliye zulüm olan şey, âşığa ölümdür.
“Bülbül ne ötersin yuvan mı yoktur?
Yoksa benim gibi sevdan mı çoktur”
Genç adam, öten bülbülle kendini özdeşleştirir. Halk şiiri geleneğindeki bir yaklaşımdır bu. Avazlı bülbüle soracaktır: “Yuvan mı yok?”. Âşık, sığınacak bir yuvanın olmamasının derdini iyi bilir. Sonra, yuva olsa bile her insan, her bülbül o yuvanın içinde midir? Bütün dert sevdada, kavuşamamakta…
Sar’altın yaptırsam yarin boynuna
Vallah güzellerin düşmanı çoktur
Oy gelin gelin sevdalı gelin!
Altın gerdanlık taksa sevgiliye belki bu altın gerdanlık için sevgili gaspedilecektir. Korkuyor başına bir şey gelir diye. Güzelin düşmanı çoktur çünkü. Sevgiliyi düşünüyor, başına bir şey gelir diye. Bir “oy gelin”, bin gelin oluyor delikanlının ah’ında. Bir ah, bin ah!
“Odası toz olmuş dolabı duman
Uyan kömür gözlüm uykudan uyan”
Baykuşların tünediği virane bir gönül oluşmuştur sevgili. Uyan, der geline genç adam, uyan! Gelinse akşamın karanlığına dalıp geleceğini üretmek yerine, bir adım öteye gidemeyen acıyı yaşamaktadır. Bu da yaşamın gerçeğiyle uyuşmayan bir çelişkidir. Şemde pervane olmaktır bu.
“Ellerin elime değdiği zaman
İster ölüm ister ayrılık”
Elleri bir değeydi eline cenneti tutmuş olacaktı delikanlı. O, el bir değeydi eline zümrüt çayırlarda koşacak, ona baharlar götürecekti. Bilir ama değmeyeceğini.
Sevdayı bilmeyen insanların söz sahibi olduğu topraklarda, aşk hükümsüzdür. Parayı en büyük değer olarak var edip, kendi öz evladını dahi yok sayarak güce dönüşen bir arsızlığın hükmüdür geçerli olan. Tapındıkları şey (araçsallaştırılan), kendi çocuklarını yiyen canavardır artık.
Sevdalı gelin mi?
İkiyüzlü olan her şeyi ardında bırakıp çekip gitmek, korkusuzluğun ve alınan bilinçli tavrın belirtisidir. Sevdalı gelin bunu yaparsa kurtulacaktır pervane olmaktan. Kendine engel oldukça ve değişmedikçe karanlığa bakıp kalacaktır hep. Nietzsche iki cümle fısıldar kulağına:
“Kendi önünden çekil.” ve “Derisini değiştirmeyen yılan, kafasını değiştirmeyen insan ölmeye mahkûmdur.”
Be the first to comment