Küyerel Yayınevi, 1998, İstanbul. . Elimde 2. cilt var.
Bu dört seri birbirinden bağımsız, farklı düşünceler, farklı manzaralar üzerinde duruyor. Bu dört cilt, Türkiye’de felsefe ve Türkiye’den felsefeye bakış diye de özetlenebilir. 2.ciltte yirminin üzerinde başlık var. Bu ana başlıkların da alt başlıkları var. Ön sözde bazı cümleler özdeyiş, özlü söz güzelliğinde:
“Tehlike yoksa felsefe de yoktur.”
“Felsefe hem yürek hem kafa işidir.”
Ön sözde şu cümle de var: “Sefalet her zaman vardı. Çağının tanığı olan felsefe bunu, onun kokuşmuşluğunun sözcülüğünü yaparak değil fakat onda arayıp bulduğu, insanlık adına değer olan şeyleri ortaya koymakla gerçekleştirir.”
…ortaya koymakla gerçekleşir, diyor yazar. Sefaletin felsefesini yaparken bir değer üretiminden insani değerlerden söz eder Soykan. Sorum şu:
Peki, neden sefalet üzerine yazılara rastlamıyoruz?
Felsefe, yoksullukta arayıp bulduğu, insanlık adına değer olan şeyleri neden ortaya koymuyor?
Sefalet üzerine yazılmış önemli yapıtlar Batı’da var oysa:” Sefaletin Felsefesi”(Proudhon) ve bu kitaba eleştirel yaklaşımla yazılan “Felsefenin Sefaleti” (Marks)
Singer, çözüm odaklı olup “Yoksulluğa kolları sıvamalıyız.” diyen felsefecidir. Ayrıca Dünya Felsefe Kongresi’nde insanın sorunlarını dillendiren Memphis Üniversitesi Felsefe Profesörü R.Bernasconi var
Kitapta yer alan “Bilginin Birliği ve Ayrılığı Üstüne”, “Ernst Mach’da Bilginin Biyolojik-Antropolojik Temeli”, “Wittgenstein’in ‘Felsefe ve Metafizik’ Karşısındaki Tutumu” başlıklı yazılar, hedeflediği okuyucu kitlesinin beklentisini karşılayacak akademik düzeyde.
Wittgenstein’in şu etkileyici cümlesini alıntılamış yazar:
“Filozof, yarası olan, yarası sürekli kanayan, hiç kabuk bağlamayan, bağlasa da onu kendi tırnaklarıyla kanatan kişidir.”
Tüm insanlığı kucaklayan, insanın yarası yüzünden yarası kanayan bir filozofa yakışan cümle! Acaba, diyorsunuz Wittgenstein’den bu cümleyi okuyunca. İnsanlığın yaşam karşısındaki sorunlarından, dertlerinden mi söz edecek? Bildiğim halde sırf o güzel cümlenin hatırına umutlandım.
Tolstoy’un, “Başkasının acısını hissediyorsan insansın.” cümlesindeki duyarlılığı bekliyor bu cümleden sonra insan. Gelgelelim toplumsal acıların yarası değil filozoftaki yara. O yara kabuk bağlayacak yara değil. Yarası olmayanın kabuğu da olmaz. Zaten Wittgenstein’e göre filozof mistik olmak zorundadır.
“Tractatus”ta gerçeklikle dil arasındaki ilişki ve dil felsefesi üzerine yazmış Wingstein. Ne insan var orta yerde ne de insanın yarası… Soykan, sorular soruyor ama sorularına gerekli yanıtı alamadığını da belirtiyor Wittgenstein’i okudukça. Ö.N. Soykan ön sözde Nietzsche’nin, “Felsefe, akademik ihtiyarlarla akademik gençler arasında yapılan zararsız gevezelik” cümlesine yer verdikten sonra cümlenin özüne güzel bir devam cümlesi yazmış:
“Böyle olmak istemiyorsak (filozof) içinden çıktığı yaşamın en sıcak sorunlarına elini uzatmalıdır, eli yanacak olsa da.”
Soykan, bu cümlede gerçek aydının, filozofun kimliğini çıkarmış. İnsanlığa duyarlı bir filozofun, aydının kimliğini…
Soykan, “Eli yanmayanın yarası olmaz.” demeliydi Wittgenstein’e. Bu başlıktaki yazı, teoriye dönük, pratiğe değil.
İnsansız felsefe çok yaygınlaştı, içi boşaldı sanki.
“Beden Fenomenolojisi İçin Düşünceler” başlıklı yazıda Sayın Soykan “beden” konusunda küresel emperyallerin bedenimizi ele geçirdikleri gibi ruhumuz üzerinde de egemenlik kurduklarını belirtiyor. Ana başlığın altındaki “1. Sorunun Otaya Konuluşu” başlıklı yazsısında saptamalar çok gerçekçi, çok etkileyici. Bu ana başlığın altındaki başlıklar olmasa bile “1.Sorunun Ortaya Konuluşu” yazı, kısa ama etkileyici tek başınalığıyla yeterli güçte. “Beden Fenomenolojisi”deki diğer başlıklarda Soykan, “beden” kelimesi üzerinden iyi bir akademik felsefecinin neler döktürebileceğinin dersini veriyor adeta. Akademisyenlerin tat alabileceği bir yazı!
“Bedene İlişkin Etik-Estetik Söylem” başlığı altında “sportmence” sözcüğünün “dürüstlük, namusluluk” gibi anlamlarla bir ahlaksallığı dile getirdiğini vurgular. Yazarın “Sporcunun yalnızca spor alanında değil, tüm yaşamında sporcu olması beklenir.” düşüncesine katılmamak elde değil.
Bu güzel saptamalara bakarak hem sporun hem de sporcunun neden ahlaki değerlerden uzaklaşıp tecimsel bir kulvara yöneldiğini sorgulamalıydı Soykan. Sporcular, bedenlerini geliştirirken bilinçlerinin de gelişmesi gerektiğini anladıklarında sporun endüstrileştirilmesinin altında yatan kirli oyunu kavrayabilir ancak.
İnsan, diğer insanla rekabete girmemesi gerektiğini anladığı zaman gerçek sporcu ya da sportmen olacağı bilincini de üretecektir.
Şu sorunun sorulmasını beklerdim:
“Sporda ya da herhangi bir alanda rekabet, insan doğasına aykırı mı değil mi?” ya da “İnsanın kendi türüyle yarışması etik midir?”
“Kimlik Ama Nereye Kadar?” başlığında Soykan tam bir filozof kesiliyor. “Hiddet şiddeti getirir, aklı götürür.” derken “mahalleli kimliği”nin nelere yol açabileceğinin altını çiziyor. Bu başlığın altındaki yazısını sonlandırırken kendine katılmamak mümkün değil. Lafı dolandırmadan can alıcı vurgusunu yapıyor:
“Tarihsel, coğrafi, dinsel ve etnik ayırıcılığı bir kimlik kavramında toplayıp bunu sanki bir insan hakkıymış gibi sunan, zihinleri bulandırarak insanları birbirine düşüren, eski kapitalizmin yerini alan bugünkü finans kapitalin elinde oyuncak olmamak için onun oyununun ayırdında olmalı; allayıp pullayıp sunduğu kimlikçiliğin tuzağına düşmemeli.”
Kimlik adı alında işlenen katliamların özeti olmuş bu ve alttaki paragraf.
“Kişiliğimizin oluşmasına ve birlikte yaşamamıza hizmet etmesi bakımından kimliğe evet ama kişisel-toplumsal var oluşumuzu yok etmeye yönelecekse hayır! Kimlik hakkı ve sınırı, kişilik hakkı ve sınırının başladığı yerde biter.”
“Kimlik” adı altında insanları birbirine düşüren, bundan da nemalanan finans kapitalin sinsi tuzağını gözler önüne seren Ö. N. Soykan, tüm insanlığı kucaklayan bir aydın sorumluluğu taşıyor. İnsan haklarını yok eden finansal kapitalin sömürü çarkını dillendirirken gözümün önünde Emile Zola, J. P. Sartre canlandı. Yanlarına Soykan’ı da alıp dünyaya meydan okuyorlar.
Kitap, salt bu “Kimlik Ama Nereye Kadar?” başlığındaki yazı için bile alınıp okunabilir.
“Ütopyalarda Sanat-Toplum ilişkisi”nde Ö.N.Soykan, Platon’un “Devlet”inde ve Campanella’nın “Güneş Ülkesi”ndeki ütopyalarını ele almış. Bu iki ütopyayı da çok iyi okumuş, araştırmış. Yorumlarından, saptamalarından anlaşılıyor bu.
Soykan, Platon’un “Devlet”inden masalcıların neyi söyleyip neyi söylemeyeceğine devlet yöneticilerinin karar vereceğini, şairlerin de tanrılara ve insanlara ilişkin sözlerinin denetleneceğini aktarıp sonra Platon’a şu soruyu yöneltiyor: “Bu devlette izin verilen anlatım tarzı hangisidir?”
Görüyoruz ki “Bu anlatım tarzının da koşulu var. Yalnızca iyi hareketler anlatılacak. Yoksa Platon onları devletinden kovuyor.” saptamasını yapmış Soykan.
Sanatçının boyun eğmesi, omurgasız olması isteniyor. İktidara bağlı olmaları… Kılıktan kılığa girmeleri şart koşuluyor. Kaç yıl sonra aynı düşünce? Şaşırtıcı!
Tam da burada, sanatçının iktidara bağımlı olmasının istendiği yerde, bugünün dünyasıyla ilişi kurularak sanatın ve sanatçının konumu hakkında can alıcı sorular sormasını beklerdim Soykan’dan.
Platon yasakçı bir düşünür. Soykan da ona “töre bekçisi” diyor haklı olarak.” Platon’un ne kadar estetikçi görünse de asıl amacının sanatın devlet içindeki yerini belirlemek ve sınırını çizmek olduğunu belirtiyor. Şiirler ne denli güzel, ne denli ilgi çekici olursa olsun bir şair kurallara uymazsa Platon, onu kapı dışarı ediyor.
Soykan, “Burada Platon’un ad vermese de allayıp süsleyip kapı dışarı ettiği şair, Homeros’tan başkası değildir.” der. Batı edebiyatının başlangıcı olarak kabul gören “İlyada” ve “Odysseia” destanlarının yazarı diye yere göğe sığdırılmayan Homeros’a yer yok Platon’un devletinde. Buradan da anlaşılıyor “sansür”ün yüzlerce yıl öncesine dayanan geçmişi olduğu.
Yasakların müzik aletlerine dek uzandığını okuyunca postmodern bir söylemle “Yok artık!” diyor insan. Devlet’te sözgelimi “flaut” ya ve onun taklidi olan telli sazlara izin verilmediğini, yalnızca “lyra, kithara” bir de kırlarda çobanların çaldığı kavala yer olduğunu belirtiyor Soykan.
“Güneş Ülkesi”nde ise sanat- zanaat ayrımının dahi yapılmadığını okuyoruz. “‘Güneş Ülkesi’nde sanat öncelikle araç olarak görülür.” diyor Soykan.
Sanat, yine ahlakın yedeğindedir ve her iki yapıtta sanat ahlaksal açıdan ele alınıyor.
“Estetiği, etiğin emrine veren tavır, toplumun yararına da olsa benimsenemez. Sanatta estetik ile etik olanı bir karşıtlık içinde görmek doğru değildir.” diyerek her iki ütopya yazarının dönemlerindeki tüm kanonları reddederek sanata gereken hakkını verir Soykan. Bu iki ütopyayı kılı kırk yararcasına inceleyerek Platon’da olsun, Campanella’da olsun sanata ahlaksal açıdan bakıldığını vurguladıktan sonra çok yerinde bir düşünceyle ikisine de karşı çıkıp bu tavrı kabul edilmez bulur:
İlginç olan, aradan iki bin yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen sanattaki baskının günümüz dünyasında da var olması… Sansür ve yasaklar, sanatta ve sanatçıda Wittgenstein’nin yarasından farklı yaralar açıyor… Sanki aradan yüzyıllar geçmemiş gibi… Sanki dünmüş gibi… İşte yara budur. Acı olan budur. Sansür için “il y avait une fois”” demek istiyor insan.
Sanatın insana, insanlığa bakışına dair sorular sormalıydı Soykan? Yasakların bugün günümüz dünyasında hâlâ mevcut olduğuna ilişkin bir şeyler söylemesi gerekiyordu. Sormamış, söylememiş.
“Sanat-Kitle İletişimi ve Ahlaksal-Toplumsal Boyut” başlıklı yazıda da Soykan sanatın yine baskı altında olmaması, özerk olması üzerinde duruyor. Bu özerkliğin de sanatın kendi yasasını kendinin koymasıyla oluşacağını belirtiyor. “Kendi özerkliği olmayan sanat, iktidarların baskısını davet eder ya da kendi var oluş nedenini yok etmekle kendini ortadan kaldırır.”
Bir doğrunun daha altını çizmiş oluyor Soykan. Ayrıca sanatın toplumsallaşması hususunda özerkliğinden yitireceği payın olacağını ama bu payı yine sanatın kendinin belirleyeceğini belirtiyor.
Sanat toplumsallaşınca özerkliğinden neden bir şeyler yitirsin ki? Biricikliğinden ödün vermeyen sanat, toplumsal öze ağırlık verdiğinde özerkliğine helal gelmez. Gelmez çünkü sanat yerinde durup toplumu yukarı çektikçe özerkliğinden bir şey yitirmez.
Soykan, kendinden beklenen duyarlılığı, yazının son cümlesine saklamış:
“Sanat, toplumla anlaşmaya girmekten asla korkmamalı, yeter ki anlaşma maddelerini kendi belirlesin.”
“İmge ve Gerçek” başlıklı yazı, “Neden Don Quijote, kendini, “kafkagil” bir hamam böceği gibi hissetmedi?” sorusuyla başlamış. Yanıtını da kendi veriyor: “Yel değirmenlerinin canavarlara dönüştüğü yanılsamaların temelinde “böcek olma”yı doğuran var oluşsal bunalım yoktu.”
Soykan, akıl süzgecinden geçmiş zekice bir yanıt veriyor hemen:
“Bu, 16.yy. ile 20. yy. yaşam tarzları arasındaki ayrımdan kaynaklanıyor denebilir.”
Her çağ, imgesini yaşam koşullarından yaratır gerçeğidir bu çıkarım.
Çoğu kişinin aklına gelmeyecek bir karşılaştırma yapar Soykan. İki kaçığın karşılaştırılmasıdır bu: Don Quijote ve Hamlet. Don Quijote imgesinin Hamlet imgesine yakın durduğunu söyler. Homeros’un “Tepegöz”den söz ederken imge değil, tersine gerçeklik betimlemesi yaptığını söylüyor. Simurg için soyutlama ifadesini kullanır. Divan şairinin sevgilisinin eteğindeki çiçeğin düşeceğinden duyduğu tedirginliğin verdiği imge, Nietzsche’de “Zerdüşt”, Kafka’da böcek imgesinden söz eder masal anlatır gibi. Godot’un Simurg’u çağrıştırdığını söylerken iyice meraklanıyor, meşhur “Nasıl yani?” şaşkınlığına düşüyorsunuz. Benzetmelerinde olsun karşılaştırmalarında olsun bir gram tutarsızlık yok. İyi düşünülmüş, iyi araştırılmış okumalardır bunlar.
“İmgenin bir ayağı olsun gerçeklikle ilgisi vardır.” diyen Soykan, hemen sorar: “Öyleyse gerçeklik, imgeye nasıl bir taban oluşturur?” Buna da yanıtı vardır yazarın. Okuyunca da hak veriyorsunuz.
Gerçeklikte imge yakalamanın ”tanrısal avcılara” özgü bir sanat olduğunu söyleyen Soykan, yaratıcılığın altını çiziyor aslında. Yaratıcılığın gizemini koruduğunu vurgulayarak…
İmge önemli elbette… Sanat sayesinde yeni imgelerle yeni dünyalara bakıyor ve sıradanlıktan kurtuluyor insan çünkü.
İmge; iyi, hoş, zenginlik de bilmeceye dönüşen imgeye ne demeli peki?
“Seyirlik Dünya”yı okumak başlı başına bir şölen! “Kimlik Ama Nereye Kadar?” için dediğim şey bu başlık için de geçerli. Bu iki başlıkta Ö.N. Soykan rafine düşüncelerle sesleniyor. Korku hakkındaki cümleleri tam da özdeyiş niteliğinde:
“Korku inancın yitirilmesidir.”, “Korku anlam verememedir.”
Büyüden dine, dinden de bilime geçişi yalın, açık, masal anlatıyor gibi anlatmış. Korkunun dünyası, inancın dünyası ve bilmenin dünyası, diyerek tarihi bir çırpıda anlatmış. Diğer ana başlıklardaki uzun cümleler de yok burada. Bu da anlamayı kolaylaştırıyor.
“Şiraze koptu, yapraklar ortalığa saçıldı. Bilimle falcılık eş kefelere konuldu.” der Soykan postmodernizm için. Katılmamak elde değil. Postmodernizm, ancak böyle güzel anlatılabilirdi.
Gazetede çıkan bir haberi paylaşıyor sonra Soykan. “İstanbul’da bir ressam sergi açacaktır. Bu amaçla verilecek parti, adı verilen bir handa başlayıp yurt dışından gelecek bir yatla Boğaz’da sabaha dek sürecektir. Davetliler hazırlanmıştır. Oysa böyle bir han yoktur İstanbul’da.”
Gerisini merak edenlerin okuması gerekir. Çok etkileyici, düşündürücü bir deneyden söz eder aslında yazar. Bu durumda insanlar kandırılmış mı, kanmış mı? Zekice yanıt verir Ö.N. Soykan soruya.
“Baudrillard ve Habermas gavuru” derken gülümsetiyor insanı, yaptığı göndermeyle. Baudrillard’ın zaman zaman aymazlık içine düştüğünü belirtirken bu aymazlığa verdiği birkaç örneği okuyunca da şaşkınlığınızı gizleyemiyor, “Sen de mi Baudrillard?” diyesiniz geliyor.
Soykan, usun, gerçeğin yanında yer alan biri olarak temelsiz iddialarda bulunmuyor fakat “Usun, Bilimin ve Aydınlanma’nın Yeniden Sorgulanması Üstüne” başlıklı yazısında, “Hiç kimse başkasını aydınlatamaz. Bu aydınlanmaya aykırı bir tutumdur.” cümlelerini okuyunca irkiliyor, şaşırıyorsunuz bu sert, zorlama düşünce karşısında.
Bu sert söylem, “Eğitimi de kaldıralım o zaman.” düşüncesine dek uzanabilir. Kaldı ki aydınlanma doğal ortamda kendiliğinden oluşan bir oluşum değildir. Zorlama bir yorum olmuş. Zorlama olmuş çünkü yazar daha sonra, “Aydınlanmanın kişinin kendi kendini aydınlatması anlamında bireysel bir çaba olması, kuşkusuz, onun başkalarından, onun deneyim ve bilgilerinden yardım almasına engel değildir; yeter ki bu yardım ona dayatma biçiminde sunulmasın.” diyerek başlangıçtaki sert söylemi yumuşatmaya çalışmış.
“Hangi Akla Veda?” başlığı altında Soykan’ın dillendirdiği düşünceler ders verir gibi. Feyerabend’in düşünceleri üzerinde uzun uzun dururken birçok felsefeciyi de yazısına dahil ediyor. Bakunin, Habemas, Platon, Whorf… Hegel için burjuvazinin temsilcici bir filozof derken Fukuyama için de sınırlı akıllı, der. Yazıyı okurken Soykan’ın çok geniş bir okuma yelpazesinden geçtiğine karar veriyor, düşüncelerine katılıyorsunuz.
Bir çığlıktan bahsediyor Soykan. Feyeraband’ın çığlığından.”Bizim için önerdiği belki de Batılı akıl ve bilimin altında ezilirken bir soluklanmaya ya da ütopyaya olan gereksinmemizi savsaklamamaktır.” diyen Soykan haklı. Batı’nın ya da emperyalizmin çirkinliğinden kurtulmanın yolunu ütopyalara bağlıyor. Şu saptamanın temizliği etkiliyor insanı:
“Ütopyalara en çok ezilenler sahiptir.”
“Feyerabend’in çığlığı, her anarşist kuram gibi trajiktir.” diyen Soykan ardından ekliyor: “O da biliyor tüm dünyayı saran Batılı akıl ve bilimin karşı konulmaz gücünü.”
Çığlıktaki trajedinin ne’liğine, nedenine bakmaksızın radikal bir gerçeklikle ezilenlerin sesi olmak insani bir duyarlılık. Türküdeki gibi “İki dağın arasında kalmışam” türünde bir çığlıktır bu. Soykan bize çığlığın trajedisini hissettiriyor.
Feyerabend’in akla güle güle demesinin nedenlerini bir bir sıralıyor Soykan. Dikkatli bir okumanın sonunda bu gerekçelerle bakışı değişiyor insanın.
Soykan bir aydının profilini çiziyor verdiği örnekte. Büyük bir şaşkınlığa düşüyorsunuz bir aydınımıza sorulan bir soru karşısında. “Soru da verilen yanıt da gariptir.” diyor Soykan:
Sorulan soru, “Yaşamınızda hiç şansa, rastlantıya yer verdiniz mi?”
Aydının yanıtı: “Rastlantının da bir yasası var belki ama bunu bilmiyoruz, araştırıyorlar.”
Trajedi mi, al işte trajedi. Bir ergen gibi, “Yuh artık!” dememek mümkün değil. Yine de aydınlarımızın bu sıra dışı örnekten yola çıkılarak hakkını yememek gerek!
Soykan, “Adınlanmacılarımızın, Aydınlanma’ya ilişkin bilgileri Voltaire ve Fransız Ansiklopedistleriyle sınırlıdır. Onlar, ne Aydınlanma’yı başlatan Locke’u ne de onu en iyi anlatan Kant’ı tanırlar.” diyor.
Bu konuda Soykan’a katılmak mümkün değil. Aydınlanmayı bilen tek kişi benim, dercesine kibirli bir aristokrat edası var bu genellemesinde. Böyle bir suçlama yazara yakışmıyor. Aydınlanmayı iyi bilen çok aydınımız var oysa. Server Tanili ve katledilen yurtsever aydınlarımızı anımsamak bile yeterli. Talihsiz, trajik bir yargı olmuş! Soykan, ardından da ekliyor:
“Adı geçen Fransız düşünürleri daha çok edebiyatçıdırlar.”
Sanki edebiyatçı olmak aydınlanmayı bilmemekle eşmiş gibi… Edebiyatçıların felsefe bilemediğini vurgular gibi. Evet, onlar hem edebiyatçı hem de düşünür ama Kant’ın derinliğini kanıtlamak için Fransız düşünürlerine de haksızlık yapılmaz. Ona bakılacak olursa Kant, teoloji eğitimi de aldı. Farklı eğitim almak, ne aydınlanmayı ne de felsefeyi anlamayı engeldir.
Yukarıda sefalet konusuna değinmiştim. Felsefecilerimizden sefalet ya da yoksulluk üzerine kitap yazmadılar. Oysa bu konuyu edebiyatçılarımız romanlarında çok işledi. Şimdi buna ne demeli?
Aslında Feyerabend’e ve Kant ‘a yönelik eleştirilerini okuyunca Soykan’ın kibirli bir aristokrat olmadığını anlıyorsunuz. Bu biraz aceleci, yaramaz çocuk edası onda hep var zaten.
“Din Karşısında Yaşamdan Yana Çıkmak” adlı yazıyı okuyunca söyledikleri karşısında hayranlık duyacağınız bir bilgeyle karşı karşıya kalıyorsunuz: “Devlet gibi tanrı’nın da vicdanı yoktur çünkü tanrı asla yanlış yapmaz. Vicdanın sesi, ancak hatanın olduğu yerde işitilir.”
Eğitimle öğretimin birbirinden koparılmaz olduğunu “Eğitimde Ezbercilik ve Yaratıcılık Üstüne” yazısında belirtiyor Soykan. Tüm anne ve babaların, tüm öğretmenlerin, tüm milli eğitim bürokratlarının okuması gereken bir yazı. Ezberciliğin, aktarmacılığın nasıl boşuna zahmet ve yük olduğu güçlü bir öz bilinçle gözler önüne seriliyor.
Soykan “Edebi Bakış Altında Sanat ve Ahlak”ta, “Wittgensten’in felsefesini iki ayrı döneme ayırmak âdet olmuştur ancak bu farklılığı vurgulamakta bazıları çok aşırıya varıyor. Örneğin, Russell, onun ikinci dönemini felsefeden bile saymıyor. Bu doğru değil kuşkusuz.” dedikten sonra, “Gerçi Wittgenstein, ‘Tractatus’ta fahiş hatalar yaptığını sonradan söylüyor.” diyor.
Tractatus ilk dönem ürünü. Russell ise onun kinci dönemini felsefeden saymıyor. Soykan ikinci dönemi için şunları yazmış: “Wittgenstein’ın ikinci döneminde, onun dil anlayışında anlam kavramında ortaya çıkan yeni bir şey var. Birinci dönemde tıpkı, şey durumları dışında her şeyden temizlenmiş bir dünya varsa bunun yansıtan bir ideal dil var.” deyip can alıcı noktaya geliyor. “Fakat ikinci dönemde bu anlayışın yanlış olduğu görülüyor.”
Russell haklı o zaman. Ö.N. Soykan kurduğu hüküm cümlelerini değiştirip yumuşatmaya çalışıyor aslında. Başlangıçtaki sert düşüncesini yumuşatarak dilendiriyor ikinci dönemdeki yanlışların görülmesi üzerine.
“Tarih Bitti”mi? bölümünde Fukuyama’yı ele alınmış haklı olarak. Soykan, “ Fukuyama’nın çağdaş düşüncelerin öğütlere kulak vermediği açık ama çağdaş düşünce ona kulak veriyor.” demeden önce alttan alttan eleştirmiş bu ideologu. Şu sorunun özellikle sorulmasını beklerdim:
“Fukuyama’nın tarih bitti iddiası neden salt üç yıl sürdükten sonra ciddiye alınmadı?”
“Dağlarca’nın Bir Sözü Üzerine” de ozanın bir düşüncesini aktarıyor: “Osmanlı İmparatorluğu çağını yitirdiğini anlamamakla ve gereken devrimlerini gerektiği dönemlerde yapmamakla bugün bizi ne yazı ki geri kalmış uluslar katında bırakmıştır. Geri kalmış sayılanlar içinde hiçbir ulus bizim gibi büyük bir imparatorluktan sonra bu duruma düşmüş değildir.”
Soykan, Dağlarca’yı eleştirmeye geçmeden ozan hakkında şunları söylüyor: “Türkiye’nin büyük şairlerinden biri olan Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın tarih bilimi veya felsefesinde de büyük olması gerekmez.”
Soykan, birini eleştirirken canını acıtıyor. Karşıdaki insanı eleştirmek hak ama bu üslup yanlışlığı nahak! Haklı olduğu konumda salt bu üslubu yüzünden kızıyorsunuz ona.
Sadi Şirazi’nin cümlesi tam da bunu der: “Yanlış üslup, doğru sözün celladıdır.”
Soykan, Dağlarca’yı şöyle eleştiriyor: “Bu sözlerde, kazandıklarını yiyip bitiren vaktiyle zengin babanın kendine hiçbir şey bırakmayan çocuğunun yakınışları var. Belli ki çocuğun kendi de kazanamamış. Kendi tarihimize ve genellikle tarihe bakışımızdaki çarpıklıklardan biri…”
Sayın Soykan’ asla ve kata katılmıyorum. Dağlarca bir saptama yapmış. Saptama olmadan yenilik olmaz ki… Kaldı ki mirasyedi şımarıklığı yok dediklerinde. Salt bir saptama… Ayrıca Dağlarca’nın Kurtuluş Savaşı’na dair yazdığı şiirler de bu saptamayı zenginleştiren şiirlerdir.
Soykan’nın Osmanlığı İmparatorluğu’nun çöküşüne dair getirdiği düşünceye katılmamak mümkün değil. Huizinga’dan yaptığı alıntıyla çöküşün çok gerçekçi, nesnel tanımını ve nedenlerini yazmış. Okuyanlar, bu gerçekçi saptamaya şapka çıkaracaktır.
Kitap, son derece doyurucu, okuyanı felsefe manzaralarında dolaştıracak yetkinlikte. Soykan, neden çok uzun cümleler kurar? Felsefi içeriği olan kitaplarda uzun cümleler, dikkati dağıtıyor. Hele bu uzun cümlelere bir de ara cümleler eklenince defalarca aynı cümleyi okumak gerekiyor. Kitabı okuyanlar bu uzun cümlelere tanık olacaklar. Daha kısa cümlelerin olduğu bölümlerde cümleler akıp gidiyor. Bunun bir dengesi olmalı. Uzun cümlelerin arasına daha kısa cümleler serpiştirilmeli. Akıcılık önemli.
Kitapta yazım ve noktalama yanlışları, anlatım bozuklukları epey var. Felsefecilerimiz yazım kurallarını ve noktalama işaretlerini kullanmayı pek bilmiyor. Anlatım bozukluğu yaptıklarının ayırdında da değiller.
Öğretmenler, öğrencilerin bu konuda yetkinleşmeleri için kitap okumayı önerirler. Şimdi öğrenciler kitap okuyarak noktalama işaretlerini nerde kullanılacağını, yazım yanlışlarının neler olduğunu, anlatım bozukluklarının nasıl giderileceğini anlama şansları var mı? Yok tabii ki!
Yanlışları sıralıyorum:
- “Çünkü ürünler ortadadırlar.” (s. 9)
Özne, insan dışı varlık olup çoğul olduğunda yüklem tekil olur.“Çünkü ürünler ortadadır.”
- “…. ne ‘Ben düşünüyorum.’da ne de kendi var olduğunun bilgisinde, bir bilgi tarzı olmanın ilk koşulu olan bir özne-nesne ayırımı yoktur.”( s. 15)
Cümlede ne… ne bağlacı varsa o cümle, anlam bakımından zaten olumsuzdur. Bunu, yüklemi olumsuzlayarak “var” biçiminde kullanmak yanlış.
“…ne ‘ben düşünüyorum’ da ne de … ayrımı vardır.” olmalı
- “git gide” bitişik yazılır: gitgide (s.53)
- “Sporun bütün dalları…sokulmazlar.” (s.68)
Yüklem yine insan dışı varlık ve çoğul. Özne – yüklem uyuşmazlığı var. Yüklem tekil olmalı. - “Çünkü o, zaten eldedir, ortadadır.” (s.69.)
Sıralı cümlelerin birinde ya da her ikisinde virgül varsa ilk cümleden sonra noktalı virgül konmalı.“Çünkü o, zaten eldedir; ortadadır.”
- “taşbaskı” ayrı yazılır: “ taş baskı” (s. 89)
- “Ah başıma gelenler, ben ne bahtsız bir yiğit anasıymışım.”
Cümlede noktalama eksikliği var.“Ah, başıma gelenler; ben ne bahtsız yiğit anasıymışım!” ya da “Ah, başıma gelenler! Ben ne bahtsız yiğit anasıymışım!” (s.83)
- “Çünkü sanatın ne Kantgil bir yüceleştirilmesi ne de günümüz postmodernince sıradanlaştırılması, sanat için bir kader değildir.” (s.90)
Bu cümlede de ne…ne bağlaçlarının verdiği olumsuzluk yükleme yansımaz.
“Çünkü… sanat için bir kaderdir.” olmalı.
- “Cümbüş taşkınlıkları, modernin patlayıcı anı, tüm alanlardaki kurtuluş anıdır. Politik kurtuluş, seksüel özgürlük, üretici güçlerin bağlarının çözülmesi, yıkıcı güçlerin bağlarının çözülmesi, kadının, çocuğun azatlığı, bilinçsiz dürtülerin salıverilmesi, sanatın azatlığı. ” (s.114)
Bu cümleden sonra örnekler sırlandığı için sonuna iki nokta gelmeli ve sıralanan örnekler özel isim olmadığı için küçük harfle yazılmalı, sonuna da üç nokta konmalıydı:
“Cümbüş taşkınlıkları, modernin patlayıcı anı, tüm alanlardaki kurtuluş anıdır: politik kurtuluş, seksüel özgürlük, üretici güçlerin bağlarının çözülmesi…
- “Çünkü yaşamın ne önce ne sonra bir kopyası çıkarılmaz.” (s.118)
“Çünkü yaşamın ne önce ne sonra kopyası çıkarılır.” olacak.
- “Üstad’ ta”, diye yazılmış, doğrusu “üstat’ta olmalıydı. Sözcüğün doğru yazımı “üstat”tır. Farsçası ise “üstad”. Kaldı ki “üstad” diye yazıldığında gelen bulunma eki “t “harfine dönüşmez. “Üstat” diye yazıldığında “d” harfi benzeşmeye uğrayarak “t” olur.
- “Batı kültürü gittiği yerdeki yerel kültürü değiştiriyor ama onun yerine kendisi koymuyor fakat ortaya melez kültür çıkıyor.” (s.123)
Bir cümlede iki bağlaç şık durmamış: ama, fakat. İkinci bağlaç çıkarıldığında cümlede bozulma ya da anlam değişmesi olmuyor.
- “hiçkimse” değil “hiç kimse” olmalıydı.
- “Bu iki batı hiçbir zaman…” (s.134)
“Batı ve Doğu” sözcükleri; düşünce, hayat tarzları, politika anlamında kullanılıyorsa büyük, yön anlamındaysa küçük yazılır: “Batı “burada özne olduğu için de virgül getirilmeliydi.
“Bu iki Batı, hiçbir zaman…”
- “ingilizce’yi” yazımı yanlıştır. Özel isimlere getirilen yapım eklerinden sonra kesme işareti kullanılmaz: İngilizceyi
“Bunlar sözde cümlelerdir.”(s.181) Özne insan dışı varlık ve çoğul olduğu için yüklem çoğul eki almaz:
“Bunlar sözde cümledir.”
- “… tersine kanlı, canlı bir dünyadır, yaşamdır.” (s.183) ikilemelerin arasına virgül getirilmez:
“…tersine kanlı canlı bir dünyadır, yaşamdır.”
- “Türki Devletler” (s.189)
“Türki Devletler” yazılmaz, “Türki devletler” olmalıydı. - “‘Bütün insanlar eşit yaşama hakkına sahiptir.’ biçiminde bildiri kipindeki bir cümle, aslında’…eşit haklara sahip olmalıdır.’ tarzında bir dilek cümlesidir.” (s.193)
İlkin “bildiri kipi” değil, “bildirme kipi” doğrusudur. Sanırım Sayın Soykan, bildirme kipi ile bildirme ekini karıştırmış. Bildirme kipleri zaman kavramı taşır ve beş tanedir. Bildirme eki ise “dır” ekidir, “ek eylem” olarak da bilinir. Bildirme ekinin iki görevi vardır: kesinlik ve olasılık. Sayın Soykan’ın dilediği o güzel düş, “Bütün insanlar, eşit haklara sahip olmalıdır.”a dönüşmüyor çünkü anlam kayması yoktur burada.
- “Tartışılanı olmayan ya da gözden yitirilen sözde tartışmalarda…” (s.194.)
“gözden yitirilen” ile “gözden düşen” deyimini mi kastetmiş yazar? Buysa amaç, deyimi yanlış kullanmaktan dolayı anlatım bozukluğu oluşur. - “Kimbilir?” (s.203)
Ayrı yazılır: Kim bilir?
- “O zaman da şu soru sorulur: eğer beden nesne ise özne nedir?” (s.214)
İki noktadan sonra cümle geliyorsa cümle büyük harfle başlar. “Eğer “büyük harfle yazılmalıydı.
- “Kuşkusuz aynı münazaracılık salt kavram tartışmalarıyla da yapılabilir.” (s.232)
Anlamaca çelişen iki sözcüğün kullanılmasından doğan bir anlatım bozuklu var cümlede. Hem “kuşkusuz” gibi kesinlik taşıyan bir belirteç hem de “yapılabilir” olasılığı taşıyan bir eylem var. İkisinden biri fazla olmuş.
Cümle, “Kuşkusuz aynı münazaracılık salt kavram tartışmalarıyla yapılır.” ya da “Aynı münazaracılık salt kavram tartışmalarıyla da yapılabilir.” olmalı.
Be the first to comment