“Düzyazının sorgulayan gücü” diyor Emin Özdemir denemeye. Doğru bir saptama! Deneme yazıları, genelde bir kavram hakkında yazarın öznel görüşleri olarak bilinir ve genelde de öyle yazılır.
Sessizin Payı’nı okumaya başladığım ilk denemede (Manzaralar ve Patikalar) ruhsal, duygusal ve entelektüel yolculuklara çıkıldığını gördüm. Daha doğrusu suya sabuna dokunmayan bir deneme ile karşı karşıyaydım. Ta ki ilk deneme bitmeden not düşülen “Sessizin Payı”nın neden yazıldığının belirtildiği bölümünü okuyana kadar… “Manzara ve Patikalar”daki çarpıcılık sonda… “Elinizdeki kitaba…” diye başlayan bölüm…
Nurdan Gürbilek, bakıp gören bir yazar. Türkiye’ye bakıyor çok olanı değil, unutulan ‘az’ı görüyor. ‘Sessiz’i… Felsefeye yaraşır bir görmedir bu. Az olana, sessiz olana kalemiyle dokunup onların yaralarını selamlıyor, yaralarından öpüyor. Bu aynı zamanda yazarın adalet, insan olmak, haksızlık karşısında susturulmuş “Sessizin Payı”na düşenin duyurulmasıydı. Bu “Denemenin sorgulayan gücünü” sırtlanmaktır. Bu, “Sessizin Payı”nın verilmesiydi.
Nurdan Gürbilek, kitaba gece lambasının kör ışığında işlenen kanaviçe gibi göz nurunu akıtmış. (Şimdi kanaviçe işlenmiyor, işlense de lambaların ışığında olurdu.) Kılı kırk yararcasına titiz araştırmalar, okumalar hemen göze çarpıyor. Bu okumalarda tarihi gerçeği de alıyor yanına. Bu okumalarda Emile Zola ya da natüralist yazarlar nasıl yazıyorsa o da ele aldığı konuları aynı yöntemle okuyor. Sessizin Payı’nı sorgularken elbette sessizden taraf oluyor, kendi deyimiyle “ruhsal yatırım”ını sessizinden yana kullanıyor. O, toplumsal zihniyetin derinlerinde kalıp unutulmuş olanları, gün yüzüne çıkardığı için sessizin sesidir artık. Hâl böyle olunca Nedim’in ifadesiyle “Haddeden geçmiş” kitap “yal ü bal olmuş” okuyucuya.
Gürbilek, farklı yazarlara bakıyor kitapta. Onların görüşlerini, ele aldıklarını irdeliyor bilim insanı titizliği ve felsefe tutarlığıyla. Bu arada okuyucuya görev de veriyor; onu sorgulamaya yönlendiriyor.
Bu arada yazarın Orhan Kemal’in ve Tuğcu’nun içinde çocuk olan tüm kitaplarını okuduğunu anladığınızda bu iki yazarın birkaç kitabını okumayı düşünüyor, Orhan Kemal ve K.Tuğcu kitaplarındaki çocukları araştırmayı planlıyorsunuz.
Yazar, Orhan Kemal’in ve K.Tuğcu’nun yapıtlarındaki çocukları incelerken “Orhan Kemal’in ya da K.Tuğcu’nun yapıtlarındaki çocuklar” demiyor; “Orhan Kemal’in çocukları”, “Tuğcu’nun çocukları” diyor. Ne güzel bir ifade! Duyarlılık bu olsa gerek. Salmıyor, çocukları, kucaklıyor. Araştırmalarını, okumalarını yaparken de oyun çağındaki bu çocukların kaportacıda çalışmaktan kirlenmiş ellerini öperek birilerine kıza kıza çocuklarla yürüyor. Onları Benjamin’in patikalarında oyun oynamaya götürüyor. Anlatımdaki açıklığa, titizliğe içtenlik de eklenince çocukların payına Gürbilek’in duyarlılığı ve şefkati düşüyor:
“Aç karnına haysiyetten söz etmenin, tok karnına söz etmek kadar kolay olmadığını anlatır Orhan Kemal. İnsanın aynı anda hem karnının aç hem başının dik olmasının imkânsız değil, ama zor olduğunu anlatır.”
Bu iki cümle, onun yaşamın gerçeğiyle örtüşen cümleleri! Bu iki cümle, hem Orhan Kemal’in duyarlı gerçekçiliğinin saptanması hem de çocukların yaşam karşısında takındıkları tavırların çığlığıdır.
Kitap, karşılaştırılan iki yazarın çocukları için bile okunabilir.
Bir şeyin, bir şeyi doğurduğunun da altını çiziyor Nurdan Gürbilek. Daha doğrusu bir koşulun, sonraki günlerde oluşan durumların da belirleyicisi olduğunu vurgularken bir gerçeğe dikkatimizi çekiyor. 12 Eylül’ün koşullarından doğan bugüne… 12 Eylül’e değinirken Şükrü Argın’nın muhteşem düşüncelerini kendi süzgecinden geçirerek veriyor.
Gürbilek, “Yıkılan evlatlarla yakınları arasında Kafka’nın “Dönüşüm”de anlattığına benzer bir yarık oluştuğunu söylüyordu Argın.” diyor. (s. 119) Gürbilek, az’ın sesi olurken saptamalarıyla tarihe not düşen doğrunun, dürüst yazarların da yanında duruyor.
Bazı kitapları okur, etkilenirsiniz. Bazı kitaplardan da hem etkilenir hem de yazarına saygı duyarsınız. Nurdan Gürbilek de öyle! Kitap 2015’te yayımlanmış. Geç okuduğuma üzüldüm. Geriye dönüp yazar hakkında araştırma yaptığımda Cumhuriyet gazetesindeki mülakatında “Kitap eleştirisi yok, kitap tanıtımı var.” demiş. Hızla tüketilen her şey gibi, eleştiriyi de tüketince geriye kitap tanıtan yazılar kalıyor.
Nurdan Gürbilek, Sessizin Payını’nı hakkıyla vermiş. Sessizin sesi olmak kolay değil, hiç değil. Sorgulayıcı bakış açısıyla ilerlerken kendini de katar metne ve okuyucunun haksızlıkları görmesini sağlar, onu sarsar. Söz gelişi Adorno’yu mu ele alıyor denemesinde? Onun koluna girip deniz kenarında yürüşe çıkıyor, yazarı dikkatlice dinliyor. Bir teslimiyet değildir bu dinleme. Bu bir reddin ya da doğruyu kabullenişin hazırlığıdır. Bu, yazara saygı; kendine yeni sorular için de “düşün payı”dır.
Kitaptaki dipnotlar, deneme yazıları kadar zevkle okunuyor. Bu dipnotlardan okuyucu kendine kitap listesi bile çıkarabilir. Önemli, değerli dipnotlar bunlar. Proust için “dilin Nil’i” dendiğini de buradan öğrendim. Dostoyevski, Tolstoy, Adorno’yu ele alırken, onlar üzerine yorum getirirken bir bilgeden farkı yok Nurdan Gürbilek’in.
“Auschwitz”ten sonra şiir yazmak barbarlıktır.” demişti Adorno. Bu cümlenin üzerine yorum da Gürbilek’in: “Çoğu Adorno yorumcusu tarafından bir şiir yasağı olarak değerlendirildi. Oysa cümlenin kendisinin de çoktan yakalandığı bir problemler ağından söz ediyordu Adorno. Alman demokrasisinin vahşeti bir teknik arızaymış gibi normalleştirmesine, ölüm kamplarını uygarlığın ilerlemesinde nahoş bir kazaymış gibi geçiştirmesine, Auschwitz’ten sonra kültürün hiçbir şey olmamış gibi yoluna edebileceği varsayımına karşı çıkıyordu.” diyerek Adorno’nun sesi oluyor.
“Auschwitz, insanların akşam Goethe okuyup, gündüz Auschwitz’te işbaşı yaptığı kültürde gerçekleşmişti. Bu kültürün kendisi de yanlış olmalı.” diyen Gürbilek tam bir saptama ustası!
“Yanlış Hayat” denemesinde Adorno’nun “Yanlış hayat, doğru yaşanmaz.” cümlesi için de “Bir çözüm değil, problem cümlesiydi.” diyecektir yine yerinde bir saptamayla. (s. 58) Yine aynı sayfada, ahlaki eylemin kendi imkânsızlığını gizlediğinde yalan içereceğinden söz eder. “Bütünün çıkarıyla bireyinki arasındaki uzlaşmazlığı görmezden gelen bir ahlak kaçınılmaz olarak barbarlığa varır.” gerçeğinin altını çizip sonra Tolstoy seslenir: “…keşke kendi doğrusu olmayan yanlışına Anna Karenina’nınkine baktığı gibi dimdik bakabilseydi.” Gürbilek, yanlışın olduğu yerde gerçeğin sesi oluyor.
Gürbilek, öyle oturup deneyimlerimi, “ben”in dünyasını dillendireyim, demiyor. Anlatırken çok farklı yazarların düşüncelerini de veriyor. “Fatih-Harbiye” romanını ele alırken Gezi için “Seksen küsur yıl sonra Fatih-Harbiye’ye verilmiş bir cevap.” diyecektir. Fatih-Harbiye’de ruhun galip geldiğini belirten Gürbilek, bu ruhun “Onun arabası var, maalesef ruhu yok” şarkısının erken Cumhuriyet yorumu olduğunu belirtir.
Gürbilek, okuyucuyu edebiyat ve felsefe dünyasında dolaştırırken sarsıyor. Amacı ayar vermek değil asla. Yön, yeni bir bilinç…
Kitapta noktalama ve yazım yanlışları var. Bunun sorumlusu kitabevi yetkililerinin dikkatsizliği! (Yazım yanlışları yazının altında listelenmiştir.)
Gürbilek, odaklandığı her konuyu, köyün dışında, dere üstüne kurulmuş bir çınar altındaki değirmende öğütüyor. Un ufak ediyor incelediği her şeyi. Sessizin Payı’nı arıyor. Değirmenden gelen inleme duyuluyor. O inleme ne diyor Gürbilek?
Değirmenler de ağlar mı?
Keşke çocuklar Benjamin’in patikalarda koşup oyun oynasalar.
Saygı duyulası bir kitap “Sessizin Payı”, Nurdan Gürbilek de eli öpülesi bir denemeci!
Yazım Yanlışları
- “…alacaktır. Ya da onu başka…” (s.12, 14 ve63) Ya da ile cümle başlamaz, “ya da” bağlaçtır.
- “Kudüs’deki yargılamanın…” diye süren cümlede “s” harfinden sonra gelen “de” durum eki, benzeşmenin etkisiyle “te”ye dönüşmeliydi (s. 32)
“Kudüs’teki…” - “… istese de, istemese de, az çok…” (s.36) cümlesinde virgül olmaz, “de” zaten bağlaçtır.
- “Suçsa suç; öyleyse neden siz değil de ben?” (s.41)
Bu cümlede “noktalı virgül” olmaz, sadece virgül yeterliydi. - “Orhan Kemal’deki haysiyetin yoksulluğa hiçbir zaman Tuğcu’daki kolaylıkla (ama dönüşüyle) eklenmiyor.”(s.72)
Bu cümlede tamlayan ekinin gereksiz kullanımından dolayı bir anlatım bozukluğu olmuş. Tamlayandaki “in” ekin çıkarılmasıyla yanlışlık giderilir.
“…haysiyet… eklenmiyor.” olmalıydı. - “Avrupa yakası…” değil,(s. 79) “Avrupa Yakası”.
- “Orada da kadın züppe Behiç’i…” cümlesinde “kadın” sözcüğünden sonra mutlaka “virgül” gelmeli. (s.91)
- “kendi hayatımı satarım.” (s.111) Bir cümle tırnak içindeyse mutlaka büyük harfle başlamalı: “Kendi hayatımı…”
- Yirmi üç yaşında yazmaya başladığı otobiyografisi, ölümüne dek tuttuğu günlüğü, yazdığı mektuplar, itiraflar, röportajlar.” (s. 47)
Yüklemsiz cümleler, eksiltili cümlelerdir. Bu nedenle sona nokta değil, üç nokta gelir. Örnekler sürüyorsa sona yine “nokta” konmaz, üç nokta olmalı. Nokta ile bitecekse son örnekten önce “ve” bağlacı getirilmelidir:
“…itiraflar, röportajlar.” kısmı “… itiraflar ve röportajlar.” ya da “… itiraflar, röportajlar…” biçiminde olmalıydı. - Şu “eğer” sözcüğü sonradan gelip dilimize yerleşmiş. “Eğer”, dilek-şart ekinin olduğu yerde kullanılır ve aynı görevdedir. “Se, sa” varken artık “eğer”e gerek yoktur:
“… mutlu olacaksa eğer…”(s.48) “… mutlu olacaksa…” yeterli. - “Sen, sen olduğun, ben de ben olduğum için yapamam.” denmez. (s.136)
“Sen sen olduğun için yapamazsın; ben, ben olduğum için yapamam.” olmalıydı. İkinci cümlenin yüklemi, birinci cümlenin yüklemi olunca anlamsız bir cümle ortaya çıkıyor.” ya da “yapamam” yerine “yapamayız” olmalıydı. - “Kız kardeşini parası için sevmediği bir adamla evlendirmekten kurtarabilecektir.” (s. 23) Sözcüğün yanlış yerde bulunmasından kaynaklanan anlatım bozukluğu var cümlede. Doğrusu şöyle olmalı:
“Kız kardeşini sevmediği bir adamla parası için evlendirmekten kurtaracaktır.”
Be the first to comment