Türklerin İstanbul’a getirdiği en büyük güzellik nedir diye sorarsanız, ben ‘sokak köpekleri’ derim. Bizans İmparatorluğu döneminde İstanbul’da çok sayıda kedi varmış, Osmanlı İmparatorluğu’nun İstanbul’u ele geçirmesiyle birlikte, İstanbul’da köpek nüfusu artmış.
Alemdağ’daki evimin çevresinde hep sokak köpekleri olurdu. Sayıları arttıkça içim sıkılmaya başlardı. Bilirdim ki onlar çoğalınca şikayetler başlar ve bu şikayetlerin sonunda da köpekler sürgün edilir.
L’Illustration dergisinin 16 Temmuz 1910 tarihli ve 3516 numaralı sayısının iç sayfalarından biri olduğu gibi İstanbul köpeklerine ayrılmıştı: “Köpeklerin en çok sevildiği ülke hangisidir? Türkiye. Orada onların hepsine uygun olup olmadığına bakmaksızın yemek veriliyor. Hamile dişi sokak köpeklerine doğum yapmaları için evlerin önünde ot veya samandan yatacak yer hazırlanıyor. Camiden çıkıldığında, onlara özel olarak yapılmış peksimet dağıtılıyor. İstanbul’da kendilerini barındırma hakları meşhurdur.” 1910 tarihli dergideki yazı şöyle devam ediyor:
“Bu kentin sokak köpeklerinin nüfusu 60 bin kadardır. Küçük aşiretlere bölünmüşler; bu aşiretlerin her birinin bir sokağı veya bir mahallesi bulunuyor ve oradan çıkmadıkları gibi kimseyi de sokmuyorlar, böylece her köpek aynı mahallede doğup, büyüyüp ölür. Lüksün ve zarafetin merkezi olan Pera Caddesi’nin orta yerinde bu köpekleri caddenin veya kaldırımın ortasında yayılmış bulursunuz. Kırların ortasındaki kadar rahat bir şekilde gelen geçeni umursamıyorlar. Daha doğrusu kendi evlerinde olan onlar; size de onların rahatını bozmamak düşüyor.”
Kırçıl, arabayla sokağa döndüğümde, koşarak bana doğru gelirdi. Onun nasıl olup da arabanın gelişini hissettiğine hiç anlam veremezdim. Eve girmeden önce beş, on dakika oynardık. Çok korkaktı, ona dokunmak için tam altı ay uğraşmıştım, herkesten korkar, mahallede bir benim yanıma gelirdi. Belediyecilerin ‘ona zarar vermeyeceğiz’ sözüne aldandım, ellerinde uyuşturucu atan silahlarla onu kovalamalarına dayanamadım, yanıma çağırdım Kırçıl’ı, koşarak geldi. Telefon numaralarını da aldım adamların, ‘aşıdan sonra, hemen getirin’ dedim köpeğimi. Belediye Başkanına kadar aradım, günlerce uğraştım. Getirmediler bir daha Kırçıl’ı geri.
1874’te 28 yaşındayken İstanbul’a gelen İtalyan yazar Edmondo De Amicis “İstanbul devasa bir köpek kulübesidir: Herkes buraya adım atar atmaz bunun farkına varır” diyerek anlatıyor İstanbul’daki sokak köpeklerini. “Köpeklerin hepsi birden tasmasız, isimsiz, evsiz, kuralsız ve son derece özgür bir serseriler cumhuriyeti oluştururlar. Her şeyi sokakta yaparlar; sokakta küçük oyuklar kazarlar, sokakta uyurlar, sokakta karınlarını doyururlar, sokakta doğarlar, yavrularını sokakta emzirirler ve sokakta ölürler; hiç ama hiç kimse işgal ve istirahat ettikleri yerlerde onları rahatsız etmez. Sokakların sahibi onlardır. Bizim şehirlerimizde atlara ve insanlara yol veren köpektir. Burada insanlar, atlar, develer, eşekler köpekleri ezmemek için yolunu değiştirir. İstanbul’un en işlek yerlerinde, sokağın ortasında kıvrılmış uyuyan dört beş köpek yüzünden, mahallenin bütün ahalisi yarım gün boyunca onların etrafında dolaşmak zorunda kalır. Köpekler sokakta dört atlı bir arabanın yolunu değiştiremeyecek kadar rüzgar gibi üstlerine geldiğini gördüklerinde güç bela rahatlarını bozarlar. Yerlerinden de, ancak son anda, atların toynakları tepelerine inecek kadar yaklaştığında, miskinlikleri yüzünden kalkıp zar zor dört parmak öteye giderler. O da canlarını kurtarma mecburiyetinden. Miskinlik İstanbul köpeklerinin en belirgin özelliğidir. Sokağın ortasında beşli, altılı, onlu sürüler halinde ya dizilip ya halka olarak kıvrılıp, hayvandan çok tezek yığınına benzer şekilde yatarlar ve orada sağır edici bir velvelenin ve hayhuyun içinde gün boyunca uyurlar, yağmurmuş, güneşmiş, soğukmuş onlara hiç dokunmaz. Kar yağınca, kar altında kalırlar; yağmur yağdığında tepelerine kadar çamura batarlar, hatta ayağa kalktıkları vakit ne gözleri, ne kulakları, ne burunları seçilen balçıktan yapılmış köpeklere benzerler.” diye anlatıyor İstanbul’un sokak köpeklerini.
Biraz soruşturduk, ormanlık alanlara götürüyorlarmış köpekleri. Her yıl sürülen köpeklerin izini sürdük. Cumhuriyet Köyünde, Reşadiye’de aradık ama hiçbirini bir daha bulamadık.
19. yy.da sokak köpekleri İstanbul’un simgesi haline gelmiş, öyle ki kartpostallarda, tablolarda hep köpekler yer almış. Ancak batılılaşma hareketiyle birlikte köpeklerin de başı belaya girmeye başlamış. Galata’da bir İngiliz’in bastonuyla köpekleri ürküttükten sonra köpeklerin saldırısına uğrayıp, kaçarken de bir duvardan düşüp ölmesi üzerine İngiliz Hükümeti, Osmanlı’ya ültimatom vermiş. Sultan II. Mahmut da : “Sokak köpekleri tez elden toplana, teknelere konula ve Hayırsız Ada’ya bırakıla” diyerek kararını vermiş. Halk bütün gücüyle köpekleri savununca II. Mahmut kararını geri almış.
İkinci büyük köpek sürgün kararı Sultan Abdülaziz devrinde başlıyor. Yaşanan şikayetler sonrası köpekler toplanıp, teknelere konularak Hayırsız Ada’ya bırakılmış. Aynı dönemde İstanbul’da çok büyük bir yangın yaşanınca halk isyan etmiş: “Köpekleri topladınız, Allah da cezanızı verdi! Köpekler olsaydı önceden haber verirlerdi.”
Evimden merkeze yürürken takip ediyordu hep beni köpekler, ne yapsam ne etsem bırakmıyorlardı peşimi. Bir gün köpeklerden birisi, anayolda son gaz giden bir arabanın altında kalma tehlikesi atlatınca, elime bir sopa aldım. Yalandan vuruyormuş gibi yaparak bunları mahalleye doğru kovalamaya başladım. O sırada yanıma yaşlı bir teyze geldi “Onlarınki de can evladım” dedi. Açıklayamadım da. Bıraktım sopayı yere, sürü halinde devam ettik yürümeye.
Padişah II.Abdülhamit döneminde İstanbul köpekleri en rahat dönemlerini yaşamışlar. Kuduz şikayeti üzerine, önceki padişahlardan farklı olarak köpeklerle uğraşmak yerine kuduzla uğraşmış II.Abdülhamit. Fransa’ya Pastör Enstitüsü’ne heyet göndererek, 10 bin altın bağışlayarak dünyadaki üçüncü Kuduz Enstitüsünün İstanbul’da kurulmasını sağlıamış. Bu dönemde, Mavroyani Paşa’nın araştırması “Sokak Köpekleri” ismiyle kitap haline gelmiş. Paşa o tarihlerde kuduz vakası görülmemesini şöyle açıklıyor: “Serbest çiftleşme, sokak köpeklerinde doğal aşı yerine geçiyor!”
İstanbul’da ormanlık yollardan geçerken, sürü halinde dolaşan köpekler görürsünüz, işte onlar sürgün edilmiş köpeklerdir. Yaşadıkları yerden alınıp, ormana bırakılmışlardır. Ve sürgünün tarihi çok eskidir İstanbul’daki sokak köpeklerinin kaderinde.
1908’de Abdülhamit devrilip yerine İttihatçılar geldiğinde sokak köpeklerinin de en zor günleri başlamış. Daha sonra adı başka kanlı sürgünlerle de anılacak olan Talat Paşa’nın Dahiliye Nazırı olarak görev yaptığı 1910’da, İstanbul’un tarihindeki en büyük köpek itlaf kampanyası başlatılmış. Köpek toplama ekipleri özel dev kerpetenlerle hayvanları neresinden yakalarlarsa orasından tutarak yine özel köpek toplama arabaları aracılığıyla Tophane’ye getirip oradan da Hayırsız Ada’ya sürgün etmişler. Bu seferki gidişin dönüşü yok. Aç ve susuz kalan hayvanlar adada birbirlerini yemeye başlamış. Öyle ki köpek ulumalarının acı iniltisi günlerce, haftalarca İstanbul’dan duyulmuş.
Ne yazık ki batılılaşmayla başlayan sürgün sonra da sürmüş. 30 bin köpeği öldürdüğünü övünerek söyleyen İstanbul Belediye Başkanı (1912) Cemil Topuzlu’dan, gazete ilanıyla köpek itlafı için zehir satın alan Bedrettin Dalan’la sokaklardan topladığı köpekleri ormanlarda ölüme terk eden Kadir Topbaş’a kadar ne yazık ki bu sürgün tablosu hiç değişmiyor.
2011 yılında tenisçi Maria Sharapova İstanbul’a geldiğinde, sokak köpeklerinden ürküp bir daha İstanbul’a gelmeyeceğini söyleyerek “Uygar bir kentte köpekler tasmayla dolaşır, burada sürüler halinde dolaşıyorlar” demişti. İnsanların şehrin tarihini, buradaki yaşamı bilmeden İstanbul’a gelip de ahkam kesmesini anlamak mümkün değil. Bu şehir sürgünlere, itlaflara, katliamlara karşın belki de sokak köpeklerinin özgürce yaşadığı, çiftleştiği tek büyük şehir. İstanbul’daki köpeklerin hiçbir zaman tasması olmadı.
Her yeri, kendi kafalarındaki uygarlık anlayışına göre tasarlamaya çalışanlar, bırakın da bu şehir de böyle kalsın. Şehirde özgürce yaşayan sokak köpekleri ve sokak kedileriyle. Sizler de uygarlığınızın en büyük simgesi olan tasmalarınızla birlikte istediğiniz yerde yaşayın.
Şimdi dilerseniz 2011’de Cannes’da Kısa Film Ödülü alan, Serj Avekikyan’ın Hayırsız Ada (Chienne d’Histoire) adlı muhteşem filmini izleyin. Michel Karsky’nin müziği de alkışı hak ediyor. İşte 1910’daki köpek sürgününün iç burkan, kısa öyküsü.
Eskiden dünyada, İstanbul için şöyle bir inanış varmış: “Köpekler bu şehirden giderse, Türkler de gider!” Diğerlerini bilemem ama sanırım ben giderim.
Kaynakça:
1- Bianet – Köpeklerin Hayırsız Ada Sürgünü , http://bianet.org/biamag/hayvanlar/138805-kopeklerin-hayirsiz-ada-surgunu, Erişim Tarihi: 23.11.2015
2- Ramazan Bedük, Bir İtalyan Seyyahın Kaleminden İstanbul’un Sokak Köpekleri ve Sivriada, http://www.biristanbulhayali.com/bir-italyan-seyyahin-kaleminden-istanbulun-sokak-kopekleri-ve-sivriada, Erişim Tarihi: 23.11.2015
3- İstanbul’daki Köpeklerin Hayırsız Ada Sürgünü, Buğra Derci, Veni Vidi Vici, http://bugraderci.blogspot.com.tr/2012/06/istanbuldaki-kopeklerin-hayrsz-ada.html?view=classic, Erişim Tarihi: 23.11.2015