Zahidem

Zahidem

Aşk değiştirir, yeniler. Her şey, sevgiye kesilir artık. İçilen suda, yutulan lokmada, düşte, her adımda o…

Ama sevilen, başkasını seviyor ya da ailesi tarafından başkasına veriliyorsa ya? O zaman ne olur? O zaman, yaman zamandır. O zaman lokması boğazında kalır inanın. Su ateş, lokma dağ olur. Bu durumda seven bakar durur. Yalnızlığın çın çın öttüğü yere… Bozkıra…

Bozkır neden vardır zaten? Kimsesizliğin adresi orasıdır da ondan. Tek kalanın, kimi kimsesi olmayanın…

Pencereler açık, kapılar da… Ama kimi zaman insan soluk alamaz olur. Hava, ne olur biraz hava, der. Yarayı birileriyle sarmak varken tek başına sarmaktır bu.

Zahide türküsü de böyle… Hava, ne olur biraz hava, dedirten duyguların türküsü… Sessiz çığlıkların türküsü… Kimselerin göremediği yangınların… Biraz çaresizliğin, biraz kimsesizliğin, en çok da sahipsizliğin, en çok da yokluğun türküsü… Zahidem bozlağı, sevip de susmanın, sineye çekmenin ya da çekememenin sessiz çığlığıdır en çok da. En çok da yarayı tek başına sarmanın…

“Zahidem kurbanım n’olacak halim
Gene bir laf duydum kırıldı belim
Gelenden gidenden haber sorarım
Zahidem bu hafta oluyor gelin.”

Zahide çok güzeldir. Herkesten güzel, herkesten başka… Benzeri yok. Her kızdan güzel, her gelinden alımlı… Mustafa mı? Mustafa sevdalarda… Mustafa’nın gönlü Zahide’de… Yer gök Zahide’dir artık. Âşık Arap Mustafa’nın gözleri, güzeli görür. Görür de…

Mustafa da yakışıklı bir genç… Kimi kimsesi yok ama. Yoksul biri… Küçük yaşta annesini, babasını yitirir. Onun bunun yanında çalışır. Zahide mi? Zahide, ağa kızı… Hadi gel de çık işin içinden.

Mustafa, kimseye açmaz bu duygusunu. Nasıl açsın ki? Mustafa bilmez mi davul dengi dengine çalar? Mustafa bilmez mi fakirliğin el kiri olduğunu? Mustafa, ağanın Zahide’yi vermeyeceğini bilmez mi? Bilir, bilir de bunu bir tek gönlü bilmez Mustafa’nın. Ee, nasıl açsın sevgisini peki? Kim dinler, kim dikkate alır ki Mustafa’yı?

Mustafa’nın gönlü, gönül değil sanki… Mustafa sevemez, Mustafa kıymet bilmez sanki… Mustafa herkesten daha çok ve herkesten daha güzel sever de Mustafa’nın bir değeri yok(!) Herkesten çok sevmeyi bilir de Mustafa’nın sırtını dayayacağı kimsesi yok. Mustafa üryan, Mustafa beş parasız… Mustafa yoklarda…

“Zahide’m kurbanın olam ne olacak halim?”

Bozkıra bakarak söyler Mustafa bunu. Bozkırdan, tarla kuşlarından, turnalardan başka kimse duymaz kendini? Halinin ne olacağını bilememesi, nasıl da acıtıcı…

– Ne olacak halim?

Sızı bu işte… Bu yoksulluk kokan, çocuk saflığı kokan sitem, türkünün en yakan yeri…

Deme böyle Mustafa, böyle deme!

Güçlü duygularla sevmek yetmiyor işte. Sevmek tek başına bir hiç… Yoksulluk kapıdan girince aşk pencereden kaçarmış Mustafa. Senin yükün ağır, sen yokluğu sırtlamışsın. Yüzün soğuk senin. Yüzün Ağrı Dağı’nın zirvesindeki buzullardan daha soğuk. Yoksulluk soğuk Mustafa, çok soğuk…

Askere gider sonra Mustafa. Köyden gelen bir arkadaşı, Zahide’nin evleneceğini söyler. İşte o an yıkılır Mustafa, ince beli kırılır.

“Eğer anan seni bana verirse
Nemize yetmiyor el kadar hasır?”

Böyle deme Mustafa! Deme böyle! Böyle saf, böyle temiz, böyle duru, böyle insanca şeyler deme! Acı çok var buralarda Mustafa, çağırma onu. Acıyı çağırma.

Sen ne incittin ne de aldattın. Temizsin, karlı dağlar kadar temiz… Ama kime, ne anlatacaksın Mustafa? Kaybetme korkusu olmayan birine ne anlatacaksın? Senin için Zahide her şeydi, köydü, kentti, bozkırdı, havada uçan turnaydı. Köyünde Mustafa, bozkırında taş üstünde taş koymadılar. Turnalarını vurdular senin. Kime ne anlatacaksın? Zahide’ye mi, babasına mı? Teh!

Bir gün olsun “Öldün mü, kaldın mı?” dedi mi Zahide? Demedi. Hikâyenin sonunu biliyorum Mustafa. Şiirini biliyorum senin. “Nemize yetmiyor el kadar hasır?” dedin o kadar. Dedin de halden anlayan hani? O el kadar hasır da neymiş, sana hanlar, hamamlar kurban olsun. Hanlar, hamamlar asıl sana yaraşır Mustafa, yaraşır da yoksulluğun gözü kör olsun. O kalem kırılaydı.

İnsanlığın öyküsünde vardır kırılmak. Dünya gül de değil gülistan da. Yoksulluğun çeyizi olmaz Mustafa. Kırılmak da insanca bir duygu…

Bak Mustafa, bak Neşet Ertaş, bozkırda senin oturduğun yerde. Zahide’nin türküsünü söylüyor. Senin sözlerin ateş, Neşet Ertaş’ın sesi alev olmuş. Bozkırlar yanıyor Mustafa, bozkırlar yanıyor.

İnsan olmanın dayanılmaz zorlukları vardır. Sen bu zorlukları geçtin. Yoksulluk, senin değil Mustafa; yoksulluk tüm insanlığın ayıbı. Utanç insani bir duygudur. Kaldı ki Mustafa, utanmak; insanı düşündüren, sorgulamaya sevk eden varoluşun belirtisidir.

Acıların seni insan yapar Mustafa. Acı deyip geçme. Acıları tanı. Acıların seyranına çık. Mesela Mustafa mesela ateşte diri diri yakılan Bruno’nun acısını düşün. Zehirlenerek öldürülen Sokrates’in duyduğu utancın acısını öğren. Mesela asılmaya götürülürken arkadaşının attığı gülden incinen Pir Sultan Abdal’ın acısını hesapla. Kays’ın, Mecnun’a dönüşmesindeki acıyı tart.

Tolstoy der ki:

– Bir insan, acı duyarsa canlıdır. Başkasının acısını duyarsa insandır.

Sen insansın Mustafa! Çok insansın!

Neşet Ertaş ‘Zahidem’i söylerken Neşet Ertaş’ın gözünde bir damla yaş vardı Mustafa? Neşet Ertaş’ın acısını da öğren.

Bir de görürsen turnaya da sor.

– Avazı dertli turna, de. Senin derdin nedir, de.

Ben Neşet Ertaş’a da turnaya da sordum, ikisi de cevap vermedi.

Bir de sen sor Mustafa, bir de sen sor!

Unutma ama olur mu?

Amma velakin… Ezcümle ha söyle de söyle!

1 Comment

  1. Acıyı yüreklerinde duyan insanları duygularına tercüman olmuş yazarımız. Ne yazık ki barıştan, adaletten, empatiden yoksun günümüz dünyasında bu duyguları yaşayan, dile getiren çok az insan kaldı. Ancak dünyayı ve insanlığı kurtaracak olan da bu hümanist duygulardır. “Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz.” diyerek Anadolu hümanizmini dile getiren koca Yunus’a selam olsun.
    Erhan Karakahya

Comments are closed.