Kültürel birikimin olmadığı coğrafyalar hamdır, kabadır. Toplumun; sorunları çözme, değer üretme ve o değerleri koruma duyarlılığı yoksa hamlık da kabalık da kaçınılmazdır haliyle. Ayrıca düşünme ve duyumsama gücünün yoksunluğu da bu kabalığı çoğaltacaktır. Böyle coğrafyalarda nezaketsizlik her şeye siner. Hitaplara, ilişkilere, günlük yaşama… Her şeye ama…
Uçsuz bucaksız bir çöl düşünün. İçinde ne tarih bilinci ne insan sevgisi ne de bir abdalın gönül zenginliği olsun. Bomboş bir çöl… Kendi otunu, kendi yiyen bir çöl… Kelebeği, bir çift turnası olmayan, yorulunca yeşilbaşlı ördeklerin su içmek için ineceği bir vahası olmayan çöl… Bu kültürde, kimsenin kimseye yükleyeceği derinlik olmayacaktır. Yoklukların ülkesidir çünkü orası. Kültürel paylaşımının, paylaşım hazzının olmadığı çöller böyledir.
İnsanların birbirine hitabı dahi belli bir nezaketin, b elli bir terbiyenin ürünüdür. Nezaket kültürü yoksa kaba söylemler de kendiliğinden oluşur. En ufak bir tartışmada küfre ya da silaha başvurulması kaçınılmazdır böylesi coğrafyalarda. Kültürel yoksunluk böyle bir şeydir. Çirkin hüküm sürerken güzel belki susmaz ama susturulur. Kurdun koyun postunu attığı, vicdanların kuruduğu andır o kültürel yoksunluk. Kendi kendini yok eden, birbirlerini boğan ilkel yasaların hüküm sürdüğü böylesi coğrafyalarda incelik yok olurken kabalık hükümdar olur.
Kültür, iyinin yaratılmasıdır, kötünün değil. Ucuzun hiç değil. Bu nedenledir ki kültürün bumerang etkisi onu yaratanlara döner. Ne üretirseniz onu görürsünüz çünkü
Estetik değeri olan yüksek kültürler oluşturulmadığı için insan yanımızı her gün biçiyoruz. Bu nedenle etkinsel yoksunluğun olduğu coğrafyalarda, insan, yaşamasına yaşar ama böylesi ortamlarda da muhakeme gücünden yoksun, sorumluluk nedir bilmeyen bireylerin yaratacağı dağ kanunu geçerli olur. Bir orman yaşamı… Bu kültürün insanları, otoriteye itaat ederken çevrelerine, yakınlarına kabadırlar. Kendinden zayıfa şiddet diz boyudur artık. Bu çöl, ne ruhu ne gerçeği yaşatır. Hiçbir şeye izin vermez. Öfkenin, harmanlandığı bir alandır orası artık. Düştüğü trajik durumdan habersiz gezinenlerin olduğu çöl… Kendi kendini yiyen bir hücre gibi… Talan yeri gibi…
Oysa kültürel birikim toplumsaldır. Herkesin oluşturduğu bir birikim… “Ben hayatı sokakta öğrendim, hayat üniversitesini bitirdim.” gibi bitirim ağızlar, kabadayı söylemler, ucuzluktan başka bir şey değildir. Birlikte oluşturulan kültüre ters oluşumlar hep hastalıklıdır çünkü. Sokakla gelen kültür, insana her şeyi vermez. Sokak kültürü bir renktir ama kendi başına ne hayattır ne de hayat üniversitesidir ne de sokak tek başına övünülecek bir değerdir. Sokak zenginliktir ama kültür de sokakta satılan bir simit değildir. O birlikteliğin güzelliğidir sadece. Hamlıktan, kabalıktan uzaklaşma ya da kent kültürü, ortak değerlerde buluşmak, değerler üretmektir. Onu anlamlı kılan, diğer değerleri özümseyerek yenilikler oluşturmasıdır. Başka bir şey değil…
Kentli olmak için, kente gelmek yetmiyor. Uygarlığın ölçülerini, öğrenmek, ona değerler katmak da gerekiyor. Kent kültürünü öğrenmeden, ona katkı sağlamdan kentli olunmaz işin açıkçası. Kişi; sokakta yürümeyi, yere tükürmemeyi, yere çöp atmamayı öğrendiği zaman kent kültürüne ilk adımı atar. Dahası diğerine saygı, farklılıklara hoşgörü üretildiği zaman sokak kültürü anlam kazanır, kent kültürüne dönüşür. Sokak kültürü, o zaman, kent kültürünün bir parçası olur; bitirim ağızların, ergen söylemlerin ilkelliğinden, hamlığından, kabalığından kurtulur. Kentin değerleri vardır. Her önüne geleni sindirmez, rafine olmayanı dışlar, kenara atar. “Ya benimsin ya kara toprağın!” düsturu, kent kültürünün inceliğinde yeri olmayan bir çöl söylemidir çünkü. Oysa kültür, haysiyetli insanların ürettikleri rafine saflıktır. İnanç ve üretim biçimi ve yaşam görüşü üzerine kurulu rafine saflık…
Unutulmamalıdır ki modernitenin kent kültürüne dayattığı küçük burjuva özentili duyarlılıklara ve tek tipleştirici baskılara direnmek de kültürün gereğidir. Renklerin uyumunu ve zenginliğini kırmaya çalışmak; duyarsızlaşmayı, insansızlaştırmayı da beraberinde getirir. Ki bu da tüketim kültürünün habercisidir. Bu nedenle ‘’günü yaşa’’ düsturu kutsanmaktadır. Postmodernizmin ideologlarının bekalaştırmaya çalıştıkları şey, medya ile kültür üretmektir. Medya bir kültür üretimidir onlara göre. İşte tam da bu sırada kültür; insani değerlerden uzaklaştırılmaya, siyasi, ekonomik bir çıkara dönüştürülmeye başlanır. Ahlakın yok olduğu bir kültür vardır artık… Çiğ, yapay bir kültür… Oysa kültür, medyayla üretilen değer değildir, olmayacaktır da. Onların bekalaştırmaya çalıştıkları şey tüketim kültürüdür. Reklamı yapılan şampuanı kullanmak kültür değildir asla. Hiç değildir.
Marazi kültürler, marazi bireyler üretir. Bu durumda “Kültürlü insanların ahlak çıkmazlarında yardımcı olmak, kültürsüzlere yardımcı olmaktan daha güçtür” diyen Goethe, yerden göğe haklı olacaktır elbette.
Kültür, kitle iletişim araçlarıyla satılan tabak çanak değildir.
Günü yaşayarak kimse kültürüne katkı sağlayamaz. Tam tersine üretilen kirlenir. Üretmeyen kültür, daha önce ürettiklerini yemeye başlar. Fransız Devrimi’yle gelen kültür, kendini yenilemediği için kendi çocuklarını yemeye, o devrimle oluşan ‘’eşitlik, özgürlük, kardeşlik’’sözcüklerine inananları katletmeye çoktan başladı. Onlara göre günü yaşayıp geçmişi ve geleceği düşünmemektir önemli olan. Modernite, tam da bunu bekalaştırmak ister: unutmayı, körleşmeyi. Kültürse bakmaktır, düşlemektir, unutmamaktır.
Unutmak hainliktir.
Koruma, katkı, sahip çıkma, üretme ve incelik yoksa kavga da savaş da sömürü de dağ yasası da o çölün tek gerçeği olur. Böyle durumda her yan mahşer, her insan Araf’ta…
Amma velâkin… Ha söyle de söyle!