Türküler ağlatır. Sözlerin saflığından mı, yaşanmışlıklardan mı bilinmez ama duyanı yakar. Masumiyet kokar. Tamamımın değil ama çoğunun dizeleri bir acının izi, mührü… Bir ferman… Bir avuç köz… Türküler böyle işte.
“Ben sana gülüm demem, gülün ömrü az olur.”
Bir türküden alınma… Dize, kan gibi damlamış gülün üstüne. Sevilenin güle benzetilememesindeki düşünce; nasıl da incelik, nasıl da derin bir sevgi barındırıyor. Sevgiliye söylenebilecek birkaç güzel sözden biri… Hele ki günümüz sevgi sözleriyle kıyaslanacak olursa anlamı daha derin, daha mukaddes… Biri çiğ, ham diğeri saf, haddeden geçmişçesine rafine…
İnceliklerimiz vardı bizim sahi? Ne çabuk kayboldu? Kim aldı elimizden? Ruhumuz arkada kaldı demek ki. Biz ha bire koşarken inceliklerimiz yok ediliyor, kabalaşıyor. Hayasız bir küreselleşme kol geziyor orta yerde. Bu orta yerde olanları anlamlandıracağımıza, en önde koşuyoruz. Farkında olmaksızın koşuyoruz. Yazık!
Sanki Gülten Akın söylememiş gibi, sanki Gülten Akın şiir yazmamış gibi…
“Ana beni Kırkpınar’da kestiler
Cepkenimi saz dalına astılar
Anam babam benden umut kestiler
Dalgın uykulardan uyan Ahmet’im
Yağlı kamalara dayan Ahmet’im.”
Pusuda öldürülen bir gence kayıtsız kalmaz türkü. Türkü pusu sevmez. Haini, kalleşi hiç sevmez. Gencin annesi çıkar gelir sonra. Oğluna sarılır, tırnaklarını yüzüne geçirip yırtar anne güzelliği; kara saçlarını keser. Başlar ağıta. Vakit dar, vakit acılara sığmaz, vakit ağıt vakti. Türküleştir ağıtını. Yiğit Ahmet’inin ölüme direnmesini ister, yağlı kamalara direnmesini, gözlerini açmasını söyler… Ama anneler de çaresiz kalır. Ahmet’i katledilirken vaktinde yetişemediği için suçlu hisseder kendini. Kalk der, kalk, yağlı kamalara dayan, der. Der de Ahmet duymaz ki… Şimdi o anne bundan sonra yaşasa ne olur, yaşamasa ne olur? Vakit ağıt vakti… Vakit dar. Vakit söz vakti…
Pusu hainin işi… Korkağın. Pısıp kalmışın, eli karanlıkta silah tutanın işi… Yiğit, yiğide kıymaz oysa ama korkak kıyar. Korkak gündüz bilmez, korkak pususuz yapamaz. Ama türküler, pusuyu sevmez. Haini, kalleşi hiç sevmez.
Sanki Dadaloğlu hiç söylememiş gibi, Sanki Dadaloğlu şiir yazmamış gibi…
“Şu derenin alıcından burcundan
Bana varsan ölür müydün acından?
Şalvarlı gelin
Fistanlı gelin
Gölbaşı’na vardım tren duruyor
Anam beni gurbet ele yolluyor.”
Kor ateşler bile bu saf sitem karşısında buza keser. Ağustos sıcağı, zemheri soğuğu olur. Sevdiği kız, zengin biriyle evlenen genç bindiği trende söylüyor bunu. Sitemi saf, sitemi başlar üstünde… Sitemi insan kokuyor. En çok da yoksulluk…
Ah, sen bana varsaydın seni aç, seni çıplak koymazdım… Sana ben çalışır çabalar akşamları ekmek getirirdim, diyor. Sanki bütün sorun bir dilim ekmekmiş gibi… Yalnızlığın, yoksulluğun, çaresizliğin saflığı… O bir dilim ekmek kadar kutsal ve aziz bir saflık bu. Ama yoksulluk oturdu mu boğaza, artık gurbet yolu görünmüştür. Anne, içi yansa dahi yolu gösterir oğluna. Gurbeti… Gurbet de trendir artık. Tren düdüğü gurbete, gurbet tren düğüne karışır. Artık çalış babam çalış. Çalış ki para kazanasın, çalış ki sevdiğine kavuşasın. Gurbeti gören genç da anlar bir gün bunun böyle olmayacağını. O da kavrar çalışarak zengin olamayacağını, sevdiğine kavuşamayacağını. O da anlar. O da anlamasına anlar da gel de gönle anlat bunu. Ne şalvarlı gelinde din iman var ne de gurbette…
Sanki Göçmen şiiri yokmuş gibi, sanki bu şiir o yazmamış gibi…
“Baharda ayrılık gurbetin huyu…”
Başka bir türkünün bir dizesi… Gurbetin huyunu bilmezdim bu türküyü duyana dek. Kış bitip de havalar ısınınca evinden çıkan genç, çalışmaya gidecektir. Gurbet onu çağırmaktadır. Sevdiğini ardında bırakıp gurbete, kimsesizliğe, bilinmezliğe yol almak bunun adı. Gurbetin huyu bu… Hem de baharda…
Gurbet hiç bitmez mi? İnsanın yerini yurdunu terk ettiren bu güce dur diyen olmayacak mı? Hep mi yolumuz gurbete düşer? Hep mi ayrılık? Ekonomik nedenler dışında gurbete, seyran mümkün olamayacak mı? Maddi gücü olmayan insanın yapacağı tek şeydir artık gurbet ya da baharda ayrılık… Bahar, gurbet, ayrılık…
Sanki “Almanya Acı Vatan” denmemiş gibi, sanki Ruhi Su okumamış gibi…
“Sen beni gülünce mutlu mu sandın?”
Neşet Ertaş da böyle diyor. Her gülen yüz, mutlu değil. Doğru. Dert, sinede yer eder, söz dilde. Gülüp de derdini ellere açamayan insan çok. Her yüz öykü yazmıyor işte. Her yüzün öyküsü içte, derinde.
Oysa gülen insanlarımız vardı. Onlar da kayboldu. Onlar da mı gurbete yol alır, onlar da mı beyaz atlarına binip gittiler Yaşar Kemal Usta?
Sanki hiç gülmemişiz gibi, sanki Neşet Ertaş hiç okumamış gibi…
“Erzurum’da çevirdiler yolumu
Beş on polis bağladılar kolumu
Ne bağlarsın polis benim kolumu
Ben bilirim karakolun yolunu.”
Yolda, gurbet yolunda otobüsün önü kesilir. Gencin biri indirilip kolları bağlanarak karakola götürülür. Genç, suçunun ne olduğunu da bilmez üstelik. Bu durum, gence ağır gelir. Kırılır. Onuru kırılır. Öyle saf, öyle yalındır ki sitemi, kırılmışlığı… Suçlu olduğunu bilmiyor, üstüne üstlük elleri bağlanıp götürülüyor. Herkes, otobüsün camından onu izliyor. Yoldan geçenler görüyor. Ağrına gidiyor. İnsan suçundan da değil de gözden utanırmış. Gencin utancı ağıt, sitemi Palandöken Dağı karları kadar çok… Güçsüzlüğüne mi ağıt yakar, kimsesizliğine mi, utanca mı? Gencin sessiz çığlığı söz olur, söz olmasına söz olur da o nasıl bir sitemdir, neden bu kadar dokunaklıdır? Sen bilirsin Palandöken, sen bilirsin dağları kar ile boran Erzurum. Neden haykırış?
– Ne bağlarsın polis benim kolumu, ben bilirim karakolun yolunu.
Palandöken, o utancı görür, utanır. Derler ki Palandöken’in karları beyazdır ama beyazında leke vardır. Bu nedenle beyazı, beyaz değildir artık.
Şimdi ne yapar o genç, nerede yaşar? Suçsuzluğu kanıtlanınca bir köşede oturup sessizce ağlamış mıdır? Kelepçe izlerine bakıp bakıp ağlamış mıdır o genç Erzurum? Onu ağlarken bir tek Palandöken Dağı, bir tek Erzurum görmüştür. Derler ki Erzurum, derler ki Palandöken o günden beri soğuk zemheri, sıcağa hasret… Belki o genç de beyaz atına binip gaiplere karışmıştır. Kim bilir?
Değil mi Palandöken Dağı?
Sanki Pir Sultan hiç söylememiş gibi, sanki Pir Sultan’ın elleri kolları bağlanmamış gibi…
“Mevlam ayrılık vermesin, gökte uçan kuşa Leyla’m..”
Ayrılık yaman, ayrılık köz… Hele ki sevdiğinden ayrı düşmek… O zaman ayrılık ölüme eş… Gidip de dönmemek var, dönüp de görmemek var. Sonra dağların ardı bilinmez ki. Arlısı var, arsızı var. Ölünün bir ayrının bin derdi… Bu nedenle kuşa bile ayrılık yakıştırılmaz. Ayrılık yaman çünkü ayrılık ölüme eş çünkü. Ayrılık, kuşta da olmasın. Hele ki insan da hiç olmasın.
Sanki ayrılık hiç yazılmamış, sanki ayrılıklar sevdaya dahil değilmiş gibi…
“Cümle kuşlar yuva yapmış, bir kuş kadar olamadım.”
Yalnızlık, kimsesizlik yine… Kimsesiz olmayan, yuvası olan kuşlara dahi özenir. Kuşların dahi yuvası varken bir tek o yuvasızdır. Bir sevdiği, bir seveni, bir yuvası yoktur. Böylesi kahır, böylesi yalnızlık da zor… Kuş yuvalarına dahi özlemle bakmak çekilesi dert değil. Türkülerimiz böyle. Herkes heybesindekini döker. Türkülerin heybesinden de yalnızlık dökülür. Ayrılık dökülür. Kimsesizlik… En çok da yoksulluk…
Sanki “Yalnızlık Paylaşılmaz” söylenmemiş gibi, sanki Özdemir Asaf “Yalnızlık Paylaşılmaz, Paylaşılırsa Yalnızlık Olmaz” dememiş gibi.
“Madem gönlün yoktu bende soysuz, neden doğru yoldan şaşırttın beni?”
Böyle içten bir sitem olur mu? Sevdiğinin kendini yarı yolda bırakmasına, gönül eğleyip atmasına böyle saf bir kırgınlık, böyle temiz bir sitem olur mu? Kırgınlığını içinde yaşayıp bunun nedenini soysuzun yüzüne dahi vurmadan türkü yakmak, ince insanların, temiz insanların harcı olmalı. Onurlu, soylu insanın harcı…
Türkü, terk edilenin acısını söyler ama asla ve kata kasaba karasevdalısının sığ, arabesk duygularını dillendirmez. Arabeskte, seven kişi, öç almaya yönelirken türküde, seven biri sitem eder salt. Seven, alır başını gider, gaiplere karışır da yenilgisini kanla bağdaştırmaz yine de. “Ya benimsin ya da kara toprağın!” demez hiç. Türkü, bunu demez. Hiç demez. Diğeri der. Diğeri kasaba kültürünü yaratırken türkü onurlu insanın ahvalini dillendirir. Türkü sitem eder. Sitem eder etmesine de sitemi de ağırdır ama türkünün. Bilene, insan olana…
Sanki hiç türkü okunmamış gibi, sanki Karacaoğlan hiç yaşamamış gibi…
Başka bir türkü “Kimseler yanmasın anam yansın derdime” der.
Ellerin kendi derdine yanmayacağını, derdine ortak olamayacağını ne de temiz anlatır şu tek dize. Eller, belki dinler derdi ama o derde, bir tek anne yanar. Derdi, sizin derdiniz olmaktan çıkarır, kendi derdi yapar.
(Senden biliyorum bunu. Her derdim olduğunda gözlerin feri söner, yutkunmaz, soluk almaz olurdun. Sana derdimi demezdim ama sen gözümü okurdun. Gözün gözümden anlardı her şeyi. Gözlerim, gözlerin olurdu. İki gözüm sende yıldızlar kadar çoğalırdı. Dizlerine vurur, gözlerinde güneşler batar, mahşer yeri olurdu gözlerin. Yaşlanınca annelerin iyi görmemesinin, gözlerindeki ferin çarçabuk sönmesinin nedeni ne?)
(Tam üç yıldır gözlerin gözlerime bakmıyor, gözlerin gözlerimi okumuyor. Neden gözlerime bakıp derdimi almıyorsun? Çok mu kırıldın, çok mu yoruldun?)
(Sanki anneme hiç söylememişim gibi, sanki annem hiç ağlamamış gibi…)
Sanki “Anne Vakti” şiiri yazılmamış gibi, sanki Hüseyin Alemdar bu şiiri yazmamış gibi…
Amma velâkin… Ha söyle de söyle!
Türkü yakar, doğru.ellerinize sağlık.
Mükemmel..Sanki yanık bir türkü dinledim bu yazıyla.Öyle güzel anlatılmış…