İstiklal Marşı hakkındaki duygu ve düşüncelerimi yazmak için uzun yıllar bekledim. Neden bilmiyorum. Belki Mehmet Akif’i sevdiğimden, belki de düşüncelerimden tam emin olmadığımdan.
Mehmet Ali Yalçındağ, “Sayın Başkomutanım” diye hitap edince cumhurbaşkanının hoşuna gittiğini söylemiş. Ben de müsaade buyrulursa Sayın Başkomutanım diye hitap etmek istiyorum kendilerine.
Cumhurbaşkanımız “Anaokulu dâhil İstiklal Marşı’nı, iliklerine kadar hissetmeyen evladımız kalmamalı” demiş. Sayın Başkomutanım, itiraf etmek zorundayım ki ben de tamamen dış etkenlerden dolayı maalesef bu hissiyatı gelişmeyen vatan evlatlarından bir tanesiyim. Artık öğretmenlerden midir, yetiştiğim yörenin havasından mıdır suyundan mıdır bilemiyorum, benim bu yönüm zayıf kaldı. Bu hissiyatı ne ailede ne okulda alabildim. On altı yaşımdaydım, ulusal bayramlardan birisiydi, akşamüstü eve geldiğimde babamı gözü yaşlı gördüm. Demek ki benden saklıyormuş, ulusal bayramlarımızda, evde gizlice ağlıyormuş diye düşündüm. Elimi omzuma atıp ‘Hayırdır baba?’ diye sordum. ‘Hay salatasına da, soğanına da’ diye saydırmaya başladı bu, meğer kuru soğan doğruyormuş mutfakta.
Okula gelince, orta ikinci sınıfta Türkçe hocamız İstiklal Marşının on kıtasının da ezbere bilinmesi gerektiğini söylemişti. Birkaç ders sonra benim ezberimin iyi olmadığına kanaat getirip “Sana bir hafta daha veriyorum, sen ilk iki kıtayı ezberle yeter, sınıfın kalan kısmı on kıtayı ezberleyecek” dedi. Ben ‘ilk iki kıtada ne var ki onu çocuklar bile ezberliyor’ diyerek işi biraz gevşek tuttum. Dersten önceki akşam evde bir kez deneyip ufak bir iki takılmayla ilk iki kıtanın sonunu getirdim ancak derste ayağa kalkıp okumaya başlayınca iş değişti. Çünkü heyecanlandım. İlk kıtayı doğru okudum ancak ikinci kıtadaki celal, helal ve hilallerin yerini karıştırdım. İkinci kıtanın başına dönüp sözcüklerin yerini değiştirerek birkaç kez deneme yaptım ama orijinali gibi olmadı. Üçüncü denememde tam “ne bu şiddet, bu celal?” derken öğretmenin yerinden kalkıp uçarak yanıma geldiğini fark ettim. Türkçe öğretmenimden aldığım en önemli hayat dersi kadın öğretmenlerin de erkekler gibi sert tokat atabildiğini öğrenmek oldu. İşin doğrusu başka da pek bir şey öğrenemedim zaten kendisinden.
Sayın başkomutanım, işte belki bu tatsız hatıralar belki de başka bir nedenle İstiklal Marşı ile aramda sizin arzu ettiğiniz türden bir gönül bağı kurulamadı. Siz hoşgörü sahibisiniz, biliyorum ki bu itirafımdan sonra katiyen Ertuğrul Özkök gibi ‘Vay Şerefsiz’ demezsiniz. Ben sizden durumumun araştırılıp, hastalığımın tedavi edilmesini istirham ediyorum. Eğer yemek gibi düşünürsek, ben yemeği seviyorum ama sadece sofraya benim sevdiğim yemek gelmediği için bir iştahsızlık çekiyorum. Yani şiir sevmeyen bir insan değilim. Örneğin ‘kahraman ırkım’ ifadesi bende bazı bünyelerde yarattığı türden bir şahlanma, ‘Hakkıdır Hakk’a tapan’ ifadesiyse ‘işte şair beni can damarımdan yakaladı’ tipi bir duygulanma yaratmıyor. Ben öyle olsun isterdim ancak bilirsiniz ki bu işler zorla olmuyor maalesef.
‘Erken tanı hayat kurtarır’, derler. Ben de durumumu erkenden haber veriyorum ki hızlıca bir tanı konulabilsin. Einstein diyor ki: “Milliyetçilik bir çocukluk hastalığıdır. İnsan ırkının kızamığıdır. Eğer bir adam bir marşa ayak uydurup, emir altında neşe içinde yürüyebiliyorsa, benim gözümde beş para etmez. Kendisine yalnızca bir omurilik yetebilecekken yanlışlıkla kocaman bir beyin sahibi olmuştur. Uygarlığın bu kara lekesi en kısa sürede yok edilmelidir. Emirle gelen kahramanlıktan, bilinçsiz şiddetten, aptalca yurtseverlikten, tüm bunlardan nasıl da nefret ediyorum. Ben savaşı öylesine tiksinti verici ve aşağılayıcı buluyorum ki böyle iğrenç bir eyleme katılmaktansa kendimi parçalayıp yok ederim daha iyi…” Benim hastalığım Einstein ve onun gibi düşünen birkaç kişiden bulaşmış olabilir. Şimdi bu kişiler için isteyen “Vay şerefsiz” diyebilir. Ancak hastalıkta ayıp olmaz, benim durumum aynen budur, beynim bu tip adamlar tarafından zehirlenmiştir.
Sayın başkomutanım, aslında yurt sevgisi olarak bir sorunum yok, elinde bayrakla sokaklarda gezenlerden daha çok şiir, daha çok türkü, daha çok küfür biliyorum. Sizin muhtarlar toplantısı için bunu diyemem ama Ak Gençlerin toplamından daha fazla bu topraklarda yetişen ot, ağaç, kuş ismi sayabilirim. Eğer İstiklal Marşımızda bunlar olsa sorun yok ama belki de çok zorlu bir savaşın sonunda yazıldığı için, bizim marşın içinde savaş, ırk, secde, ezan, iman, şehit, şüheda gibi sözcükler çok fazla yer alıyor. Kurtlar yok, kuşlar yok, Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş yok, kadın yok, Nasreddin Hoca yok, Karacaoğlan yok, Pir Sultan yok. Çiçek yok, su yok, hava yok, Anadolu yok. On kıtalık şiirde Allah rızası için bir tane muhtar bile yok. Kısacası hayat yok bu şiirde. Aynı bugünkü Türkiye gibi hep ölümü anlatıyor bu şiir. Benim hastalığım belki de bu, ben ölümden çok fena sıkıldım sayın başkomutanım. Çağlayan’dan Altunizade’ye geçecek birine yol tarifi veriyordum geçen gün “Şehit Cumhuriyet Savcısı Mehmet Selim Kiraz Adliyesinin önünden geçip, 15 Temmuz Şehitler Köprüsüne sap, ben Şehit Falanca durağında olacağım.” gibi. Marmaray’a biniyorum şehit resimleri, yoldan geçerken şehit isimleri. Hani ülkeye atom bombası atılır ya da dünya savaşı gibi bir felaket yaşarız da anlarım. Sahi biz niye ölüp duruyoruz sayın başkomutanım?
Askerlikte hedef ordunun hepsinin ölüp, şehit verilmesi değil diye biliyorum ben. Benim izlediğim savaş filmlerinde hep karşı tarafı öldürmeye yönelik bir çaba oluyor, karşı taraf saldırınca herkes kendi askerini korumaya bakıyor. Bakın yeminle söylüyorum, bugüne kadar benim ordumun şu kadarı şehit düştü diye övünen bir komutan görmedim ben. Kurtuluş savaşı Büyük Taarruz sırasında savaş meydanında 2500 şehit vermişiz. Bugün ülkede savaş yok ama son bir yılda 600’den fazla şehit var.
Sayın başkomutanım, geçenlerde bu ölüm olaylarından yorulma olarak tarif edebileceğim rahatsızlığımı bir arkadaşıma açtım. “Sen FETÖ’cü müsün?” dedi bana. “Ne ilgisi var?” falan diye sordum ama yok ‘FETÖ’yle mücadeleyi zayıflatıyorsun’, yok ‘şehitlere ayıp ediyorsun’, yok ‘bu ölümlerin ana nedeni olan FETÖ’ye söz edeceğine suçu başkalarına atıyorsun’, ‘FETÖ’ye hiç sert laf etmiyorsun’ falan diyerek üstüme geldi bu. “Lan dallama, ben dine inanmıyorum, inanacak olsam direkt peygamberine inanırım, ruh hastası bir imam bozuntusuna değil” dedim. Bu bir duraladı. “Fethullah’ın da, Gülen’in de, cemaatinin de” diye başladım. “Gelmişinde geçmişinde buna en ufak bir fayda sağlayanın da, ilkokul mezunu geri zekalı bir imam tarafından kandırılıp kendine emanet edilmiş devlet imkanlarını bu teröristlere seferber edenin de” derken bu araya girdi. “Abi dur istersen” dedi. “Niye lan” dedim “sen istemiyor muydun sert lafları?” Gelmişinin geçmişinin derken maksimum bir yıl geriye gitmem gerekiyormuş. Gerekçelerini de uzun uzun anlattı ama küfrün yapısını bozamayacağımı, duymak istediği zaman orijinal haliyle tekrarlamaya hazır olduğumu söyledim kendisine.
Sayın başkomutanım, bakın biz İkinci Dünya Savaşında tüm dünya savaş alanlarında ölürken ülkesini bu savaş döneminden geçirip bir tek askerini bile öldürtmeyen İsmet İnönü’ye kızıyoruz da bu yobaz imamın eline, kendi meclisini bombalayan helikopterlerin anahtarını kim verdi diye soramıyoruz.
Vallahi yorulduk artık komutanım, her yanımız ölüm oldu. Dost sohbetlerinde kopan kollar, yanan bacaklar, sokağa dökülen bağırsaklar konuşuluyor artık. Dün çocukların koştuğu sokaklar bugün morga benziyor. İstiklal Marşı günlerine dönüp, “şüheda fışkıracak toprağı” deyince bir ağrı saplanıyor artık benim yüreğime. Ben bu ahval ve şerait içinde dahi İstiklal Marşı’nı hissetmeye çalışıyorum ama olmuyor işte. Daha fazla ölüm duymak, şehit haberi okumak, kopmuş uzuv görmek istemiyorum. Sizden samimi istirhamım şudur, diğerleri İstiklal Marşını okurken ben aşağıdaki şiiri okusam olur mu acaba? Benim İstiklal Marşım olarak aşağıdaki dizeler kabul olur mu?
Mendilimde Kan Sesleri
Her yere yetişir
Hiçbir şeye geç kalınmaz
Çocuğum beni bağışla
Ahmet Abi sen de bağışla.Boynu bükük duruyorsam eğer
İçimden böyle geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet Abim benim
İnsan yasadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konyanın beyaz
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denizine benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
Öylesine benzer ki
Ve avlularına
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
Ve sözlerine
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)
Ve bir gün birinin bir adres sormasına benzer
Sorarken sorarken üzünçlü bir ev görüntüsüne
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
Öyle bir cigara yakımına, birinin gazoz açmasına
Minibüslerine, gecekondularına
Hasretine, yalanına benzer
Anısı işsizliktir
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye`ye Ahmet Abi.
Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
Dirseğin iskemleye dayalı
— Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben —
Cigara paketinde yazılar resimler
Resimler: cezaevleri
Resimler: özlem
Resimler: eskidenberi
Ve bir kaşın yukarı kalkık
Sevmen acele
Dostluğun çabuk
Bakıyorum da şimdi
O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.
Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi
Biz eskiden seninle
İstasyonları dolaşırdık bir bir
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar
Nazilli kokardı
Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası
Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında
Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
Kadının ütülü patiskalardan bir teni
Upuzun boynu
Kirpikleri
Ve sana Ahmet Abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
Sofranı kurardı
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
Cezaevlerine düşsen cigaranı getirirdi
Çocuklar doğururdu
Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar…
Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
Diyeceğim şu ki
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
Çocuklar, kadınlar, erkekler
Trenler tıklım tıklım
Trenler cepheye giden trenler gibi
İşçiler
Almanya yolcusu işçiler
Kadınlar
Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
Ellerinde bavullar, fileler
Kolonyalar, su şişeleri, paketler
Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
İşte o kadar.Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.
Edip Cansever
İsterdim ki benim marşım bu olsun. Zaten her sabah kalktığımda kendime sesleniyorum “Umudu dürt, umutsuzluğu yatıştır” diye. Asıl marşı ezberleyemedim ama eğer sesim duyulacak olsa en azından bir bölümünü okurdum ezberden ve gözlerinin içine bakarak sorardım:
“Bir mendil niye kanar?”
Sayın başkomutan, elinin değdiği her yer ölüm kokuyor, sadece ölüm getiriyor nefesin ve yönettiğin memleket. Dağılmış pazar yerlerine benziyor.
okşar gibi hiciv,,,,şamar gibi gerçekler,
bu kadar mı güzel anlatılır,
Burak Kaya kardeşim sen dünyalı olamazsın….
Böyle bir zamanda dine inanmayan ve bunu övünerek söyleyen, ispat için kullanan, neden gösteren biri…:( Evet zekâ küpü herşey cikletten çıktı ve ölümden sonrası yok… neden bu kadar şeyi dert edeceğine kendini öldürmüyorsun?
Rockist:
Dine inanmamasini tarikat uyesi olmadigini gostermek icin soyluyor. Yoksa birsey kanitlama derdinde degil adam belli ki.
“Neden kendini öldürmuyorsun?” sorusuna gelince. Dine inanmayan biri olarak soyleyeyim. Hayat en guzel en gercek sey. Hayatin anlami da burada. Hayatin icinde.
Hayatinin anlamini sana kimse veremez
Bosuna semadan haber veren kitaplarda arama
Bulup bulabilecegin butun anlam burada, yer yuzunde
Ter, kan, emek, kahkaha, sevgi ve goz yaslarinda
Bazen Turkiye’de hala konusabilecek, aklini koruyabilmis insanlar gorunce seviniyoruz