İtalya’ya gidenlerde önce Roma’yı görme isteği vardır nedense. Oysa Roma, yazın fazla sıcak ve tozlu, kışın fazla serin ve kirli gelir bana. Evet, uygarlığın beşiğidir, dünya miraslarına ev sahipliği yapar, her taşı tarih kokar ama bana hep kuru, macerasız ve soğuk gelmiştir Roma.
Sonra Floransa’ya geçmek adet olmuştur. Büyülü, sıcacık, mutlu, bakımlı, huzurlu bir şehirdir. Anlatmakla bitirilemeyecek kadar güzeldir. Güzel insanlar, sanatın, tarihin içinde muhteşem İtalyan yemeklerini tadarken yüzyıllar ötesinden gelen müzikle ruhlarını dinlendirirler orada.
Ama Venedik. Venezia. Bütün İtalyan şehirlerini de, dünyanın her yerini de geride bırakacak bir ambiansı, insana varolduğundan haberdar olmadığı duyguları hissettiren bir havası vardır. Nerede olursanız olun, yolunuzu kaybettiğinizi anladığınızda paniklersiniz. Ama Venedik’te yolunuzu kaybettikçe neşelenirsiniz. Hepi topu yarım günde ayak basmadık yer bırakılmayacak kadar küçük olan bu acayip yerde, sürekli yolunuzu kaybeder sonra bulur, sonra tekrar kaybeder, en sonunda yolu bulmaya çalışmaktan vazgeçer, kaybolup durmanın tadını çıkarmaya başlarsınız.
Milano’dan trenle Venedik’e geldiğimizde, her tarafta, elinde haritaları çevirerek, olmazsa kendi yönlerini sürekli değiştirerek, yine olmadı haritayı baş aşağı tutarak yol bulmaya çalışan turistleri görünce dalga geçtik ancak yarım saat sonra biz de onlardan olmuştuk. İkinci gün ise haritaları çöpe attık, çünkü gerçekten bir önemleri kalmamıştı. Otelimize gitmek üzere bindiğimiz ‘Vaporetto’da oturup hayranlıkla etrafa bakarken dünyanın neresinde olduğumuzu bile unutmuştuk. 118 adacık üzerine kurulu şehirde tam 170 kanal ve 400 köprü bulunuyor. Yine de baktığınız hiçbir yer diğerine benzemiyor. Binaların zemin katları suya gömülmüş durumda. Hatta bazı binalar ikinci katına kadar suyun içinde.Mimari özellikleri bakımından birbirinden farklı – Bizans, Gotik, Rönesans, Barok- ancak birbiriyle ahenkli binaların yanından salına salına geçen Vaporetto’muz, kanalların muhtelif yerlerine serpiştirilmiş duraklarında duruyor, yolcu indirip bindiriyor. (Bir sır vereyim; Vaporetto biletini aldığınız gişeden ayrıldığınızda, araca binerken, biletinizi bir cihaza okutmanız gerekiyor. Bu, biletin tekrar kullanılmasını engelliyor, ancak pek çok kişi bileti sadece bir kez alıyor ve cihaza okutmuyor. Böylece tüm Venedik seyahatini tek bir Vaporetto bileti alarak -hatta onu bile almayanlar da var- bitiriyor. Bu sistemi hangi milletin vatandaşları bulmuş bilmiyorum(!)). İkinci bir ipucu daha vermek gerekirse, ilk seyahatinizde 1 nolu Vaporetto hattını seçerseniz, tüm Büyük Kanal’ı gezebilir, hem de bu aracın yavaş hareket etmesi nedeniyle bol bol fotoğraf çekebilirsiniz. Kanallar arasında işleyen Vaporettolara ilave olarak,Venedik çevresindeki adalara – cam işçiliği ile ünlü Murano, dantelleri ile ünlü Burano gibi- işleyen Vaporettolar da -12 numaralı Vaporetto bunlardan biri- var.
Şehrin en büyük kanalı olan ve şehir boyunca bir S çizerek ilerleyen Canal Grande’de seyahat ederken, Ca D’oro (Altın Ev), Rialto Köprüsü, Venedik Akademisi – mutlaka görülmesi gereken, içinde Tiziano’nun Kutsal Bakire’nin Tapınağa Sunuluş tablosundan Belini’nin San Marko Meydanı’ndaki Geçit Töreni şaheserine kadar pek çok eserin bulunduğu, dünyanın en büyük koleksiyonlarını görme şansı bulursunuz- , Santa Maria Della Salute Kilisesi , Dükalık Sarayı gibi mimari açıdan eşsiz olarak nitelendirilebilecek güzellikte binaları görebiliyorsunuz. Her yıl biraz daha sulara gömülen, kurtarılması için çeşitli projeler yapılan şehirde, kanalların pek çoğunda, farklı farklı rotalarda Vaporettolar bulunuyor.
Her ne kadar Vaporettolar günün her saatinde ve gecenin geç saatlerine kadar elinizin altında ise de Venedik’i gezmenin en güzel şekli yürümektir. Daracık sokaklar, kanalların üzerinde sayısız köprüler, orada olabileceğine inanamadığınız türde mağaza ve butikler, şarap, makarna gibi İtalyan ürünleri satan minik dükkanlar, peynir evleri, trattorialar, osterialar (publar diyebiliriz), pizzerialar, sokak satıcıları, sıcak şarap dağıtanlar görmek, o rutubetli kokuyu, o eski, antika dokuyu hissedebilmek için şart. Kanallarda su aracı ile gezerken bunları görmek mümkün değil.
Temelde beş bölgeye (Cannaregio, San Polo-Santa Croce, Castello,San Marco, Dorsoduro) ayrılmış olan Venedik’te yürümek, haritaya bakıldığında zor gibi görünüyor ama rahat bir yürüyüş ayakkabısı ile normal bir tempoda, bu 5 bölgeyi yarım günde yürüyebiliyorsunuz. Yürüyüşe Castello Bölgesi’nden başladığınızda, La Pieta Kilisesi (kulaklarınızda Vivaldi ile), Riva Degli Schiavoni rıhtımı ziyaretinden sonra San Marco’ya geçip şiirsel San Marco Bazilikası, tabii ki meydanı, Dükler Sarayı, 1836’daki yangından sonra küllerinden doğan opera binası La Fenice (Zümrüdüanka) görülebilir. Bu rota üzerinde pek çok kilise ve müze de bulunmakta. Daha sonra Dorsoduro’ya geçip, Carmini Kilisesi, filmlerde kovalama sahnelerinde üzerine insanların düştüğü yüzer manav San Barnaba, ve Venedik resminin en önemli koleksiyonunun bulunduğu Academia’ya zaman ayrılmalı. Dorsoduro’dan San Polo’ya geçtiğinizde muhteşem Rialto Köprüsü’nde güneşi batırıp Rialto pazarlarında kaybolmak, oradan Cannaregio’ya yürüyüp -ertesi güne de bırakılabilir, gündüz gözüyle farklıdır- şehir yürüyüşünüzü tamamlayabilirsiniz. Cannaregio turistler tarafından az tercih edilen, şehrin turiste doymuş bölgelerinden bıkıp kaçan yerli halkın biraz daha fazlaca bulunduğu, bana göre gerçek Venediktir. Dünyanın hiçbir yerinde turistik yerleri tercih etmediğimiz, lokal hayatı tanımak, gittiğimiz yeri yerlileri gibi yaşamak istediğimizden, biz bu bölgeyi ailecek daha çok sevdik. Bu bölge daha az bozulmuş, daha çok İtalyan kalmış. Çok sessiz, çok da samimi. Marco Polo’nun da doğum yeri olan, camdan cama uzanan iplere asılmış çamaşırlar, evlerden ve trattorialardan yükselen yemek kokuları, sokak arası pastanelerinde sıcak sıcak yenen ayaküstü atıştırmalıkların lezzeti, gerçek Venediklilerle dolu barları, mahalle bakkalları, Gotik kiliseleri , kimse bebek doğurmadığı için doğumhanesi bile kapanan şehrin genç nüfusunun -çok az da olsa- görülebileceği lisesi ile Venedik’in Cannaregio’sunun insanda endorfin salgılatan bir havası var.
Biraz Tarih
Bir zamanlar Avrupa’nın en güçlü ülkesi olan Venedik Cumhuriyeti, 421 yılında, Gotlar’ın zulmünden kaçan Veneto halkı tarafından kurulmuş. Burayı sığınak olarak gören Veneto halkı, zamanla adacıkları birbirine köprülerle bağlamış. Denize yakınlıklarının avantajını kullanarak ticarette rakipsiz olmuşlar. 1204’de Bizans’ın fethi ile de güçlerini tüm dünyaya göstermişler. Başarılarının sırrı rejimlerinde imiş. Seçilmiş ve yetkileri anayasa ile belirlenmiş bir dük ile 2000 üyeli bir konsey tarafından yönetilen ülkede, biraz da baskı ile kavga gürültü çıkması engellenmiş. 16. Yüzyılda Akdeniz ticareti Venediklilerin tekelinde iken,ülkenin tarihi, bu üstünlüklerini korumak için sürekli deniz savaşları ile dolmuş. En büyük düşman, dönemin engüçlü imparatorluğu imiş. 1570’de Kıbrıs’ın Osmanlı’nın eline geçmesi ile Venedik Akdeniz’deki hakimiyetini yitirmeye başlamış. Diğer taraftan, Akdeniz, Ümit Burnu’nun keşfiyle ticari önemini yitirmiş. Yeni ticaret yollarının keşfi, Venedik’in bu alanda etkisinin azalması, zayıflaması, 18 yüzyılı sonlarında da topraklarının önemli bir kısmını kaybetmesi, 19.yüzyılın ikinci yarısındaki bir dizi savaş neticesinde de İtalya’ya bağlanması sonuçlarını getirmiş.
Bu tarih, yalnızca ticari başarı ile değil, Süveyş Kanalı’nın açılması ile zengin Avrupalıların tatil merakının oluşmaya başlaması sonucunda turizm ile, sanatın her dalında başarılı Venediklilerin dünyaya adlarını duyurması ile de taçlanmıştır. Suyun içine kazıklar çakılarak yapılan temellerin üzerinde yüzyıllardır gururla duran palazzoları, kiliseleri, otele dönüştürülmüş irili ufaklı yapıların kanala vuran akisleri ile şehir, dünya tarihindeki önemini bilir gibi dimdik ayakta, taşkınlara, yavaş yavaş yükselen ve duvarlarını çürüten suya meydan okumakta.
Biraz Alışveriş
Yürüdükçe karşınıza yeni yeni sokaklar, gizem dolu geçitler, ummadığınız anda minik minik köprüler ve meydanlar çıkıyor. Motorlu taşıtların olmadığı, bisiklet kullanmanın bile yasak olduğu şehirde, daracık sokaklarda küçük butiklerde prestijli İtalyan -hatta Fransız- markalarının ürünlerini yarı fiyatına bulabiliyorsunuz. Piazza San Marco’dan Rialto’ya doğru uzanan Merceria caddesi, akşama doğru pırıl pırıl ışıkları, mutlu kalabalığı ile çok şık bir alışveriş merkezidir.Murano camlarından yapılmış, dünyanın başka yerlerinde bulunamayacak güzellikte tasarım ürünleri, takılar, aksesuarlar Mercerie’nin hemen paralelindeki Calle dei Fabri caddesindedir. Yine her köşe başında satılan maskeler farklı farklı kalitelerde, ama çok enteresan ve şehre özgü objeler. Italya’dan alınacak en özgün ürünler ise bana göre ev makarnaları ve parmesanlarıdır. Sadece peynir satan şarküteriler ile makarnacılar şehrin her köşesinde bulunur.Strada Nova’dan Rialto’ya yürürken Venediklilerin alışveriş yaptıkları bu tip dükkanlardan turist tarifesi ödemeden alışveriş yapıp döndükten sonra evde bir süre daha İtalya tadı ve kokusunun keyfi çıkarılabilir. Santo Stefano meydanındaki Fiorella da -ne dükkanı olduğunu yazmayacağım, googlelamayın, sürpriz bir yer gerçekten-alışveriş yapılmasa bile görülmeli. Sting, Bob Geldof gibi enteresan adamların alışveriş yaptığı ve ürünlerini özellikle sipariş ettiği dükkan bir alem, vitrini ise başka bir alem.
Ve Yemek
Akdenizliler, yemeği karın doyurmak için yemezler. Sofra keyiftir, sosyal ortamdır, eğlencedir, buluşmadır, sevinci de acıyı da paylaşmadır. İtalyanlar da bize ve Yunanlılara benzerler. Her yemek bir ritüeldir. Basit ev yemekleri yapan ucuz osterialarda -genellikle aileler tarafından işletiliyor- az çeşit ama çok lezzetli ve çok ucuz İtalyan ev yemekleri yersiniz. Trattorialar, yine basit, gösterişsiz ev yemekleri satan biraz daha eli yüzü düzgün, biraz daha fiyatlıca, ama gösterişli ristorantelere göre yine ucuzdur. Çeşit bol, lezzetler insanı uçuran cinstendir. Birrerialar ve spagetterialar, Venedik’te az bulunan ama şehir dışına çıktığınızda sıkça karşılaşabileceğiniz salaş birahane ve makarnacılardır. Odun ateşinde pizza pişirilen pizzerialardan behsetmek gerekir mi bilmiyorum. Zira her sokaktan mis gibi çıtır çıtır pizza hamuru kokuları yükselirken bu lezzetin tadına bakmamak imkansız İtalya’nın her yerinde.
Venedik’te yılın her döneminde turist fazla olduğundan, akşam yemeklerine rezervasyon yaptırmadığınızda yer bulamamanız ve geceyi aç geçirmeniz muhtemeldir. Bu durumda daracık sokaklarda ve sokakların açıldığı küçük meydanlardaki ışıl ışıl pastanelerdeki çeşit çeşit, renk renk kurabiyelerin, pastaların seyrine durabilirsiniz. Ama bir gün önce rezervasyon yaptırdığınız restoranda tahta iskemlenize kurulup, asırlar öncesinden günümüze kalmış yapının duvarlarındaki objeleri gözden geçirirken, bir taraftan keyifli bir sohbetle mürekkepbalıklı risottonun, safranlı balık çorbasının, yengeç, istakoz, kalamar ve midyeden oluşan deniz ürünleri tabağının, çeşit çeşit karpaçyoların, gorgonzolaların, spagettilerin, yılanbalığının, yanında bölgedeki bağların eşsiz aromalı üzümlerinden yapılan şarapların, üstüne de kahvenin -espresso- yanında tiramisunun tadını çıkarmalısınız. Yalnız garsonlara hoşgörü Venedik’te şart, çünkü çok hızlı hareket ediyor gibi görünmelerine rağmen çok ağır kanlılar ve akılları hep başka yerde. Yaşadıkları Meste kentine giden son treni kaçırırlarsa kalacak yerleri yok bu şehirde.
Daracık sokaklarda yürüyüp sürprizlere alıştıktan sonra yine Vaporetto ya da deniz taksileri ile birkaç dakika mesafedeki Lagün Adaları’na yapacağınız bir yolculukla Venedik’in hakkını vermiş olusunuz. Anakaraya en yakın olan Murano adası, tüm dünyada bilindiği gibi ününü cam işçiliğindeki ustalığından, daha doğrusu cama verdikleri kırmızımsı rengin sırrının bulunamamasından edinmiş.Korkutucu bir söylenti bu rengin sırrının insan kanı olduğunu fısıldıyor ancak Muranolular buna gülüp geçiyor. Gerçekten de cama verdikleri formlar ve renkler sanatın da ötesinde bir şiirsellik taşıyor, fantazi dünyasının sınırlarını zorluyor. Şimdi ancak müzelerde görebildiğimiz göz kamaştırıcı güzellikteki kadehler, yemek takımları, avizeler burada yapılıp tüm dünyada kullanılıyor. Huzurlu, küçük bir kasaba havasındaki Murano’yu dantelleri ile ün yapmış Burano Adası gezisi izleyebilir. Rengarenk evleri, salaş balık restoranları ile huzurun diğer bir adresidir Burano. Beşinci yüzyılda 20.000 kişinin yaşadığı bugün sadece 60 nüfuslu terk edilmiş Torcello, Kıyamet Günü Mozaikleri’ni ve Hun İmparatoru Atilla’nın olduğu rivayet edilen taştan tahtı görmek, eski parlak günlerinden geriye kalanları hüzünle seyretmek için görülmeye değer.6 numaralı Vaporetto ile 10 dakikada gidebileceğiniz, Venedik’in Antalyası Lido da araba ile gezebilir, adanın güzel plajlarında güneşlenebilirsiniz.
Yüzlerce yıldır maskeli ve kostümlü insanların şovlarla, danslarla şehri bir baştan bir başa coşturdukları Venedik karnavalından, film dünyasının önemli festivali Venedik Film Festivali’nden, özel çizgili t-shirtleriyle, kenarlıklı beyaz şapkaları ile tek kürekli gondollarının üzerinde şarkılar söyleyerek kanallarda dolaşan gondolculardan, evlerinin balkonuna çıkarak çöplerini özel çöp toplama gondollarına teslim eden ev hanımlarından,1720 yılından beri var olan ve kapısında inanılmaz bir izdiham bulunan şık cafe Florian’dan, dahi ressam Bellini’den, göz kamaştırıcı koleksiyonların sergilendiği müze ve galerilerden, gondol yarışlarından bahsetmeden Venedik yazısını bitirirsem içime sinmeyecek. Bir de Thomas Mann’dan Visconti’ye kadar pek çok yazara, yönetmene ilham veren, romanlarda, filmlerde başı derde girenlere, kaçmak, saklanmak, uzaklaşmak, kendini bulmak, “Venedik’te Ölmek” için gelenlere yurt olan şehrin kışın insanın kemiklerine işleyen nemli soğuğunun bile müthiş keyif verdiğinden.
Hakkında ‘kısaca’ bahsetmenin mümkün olmadığı, okuduğum yazıların, izlediğim filmlerin ya da belgesellerin, gördüğüm, soluduğum, yaşadığım Venedik’in yanında zayıf kaldığı, dünyada bir benzeri daha olmayan bu sihirli şehre de tadı damağımda kalarak, keşke biraz daha vaktim olsaydı diyerek, üzülerek veda ediyorum. Tekrar dönmeyi dileyerek.