Kırılmış işte. Dalının orta yerinden. Ekmek veren, su veren, damarlı bir telinden yukarı. O güne dek tutmuş da kendini. Dutmuş, kara. Boşalıvermiş sonra. Boşanmış otuzunda. Kızılkara bir mevsim değmiş eline. Seninki de soru mu şimdi. Kırmızıyı çalsak belli olur muymuş, gökkuşağından? Peki, çekip alalalım o zaman. Eti sıyırır gibi kılçıktan. Söker gibi teyelden ipliği. Ayıralım kırmızısını öbür renklerinden, olsun bitsin. İçteki kırmızılıktan söz ediyorum. Biliyorsun, kızıllar gömülü her yanına. Kendi söylediğine göre gençkızlığından kalmış izleri. Konuşurken utanmış da bir kere, al al olmuş yanakları. Zaten yara izi değil; kenarı dantelli, kanaviçe işlemeli bir sandık örtüsünün izi var yüzünde. Şaşkın, meraklı. Sanki afacan bir çocuk geziyor alt dudağının kıvrımında. Uzakta bir evde ışık yansa, çeviriyor başını, taş atıyorken denizde büyüyen bir halkanın tam ortasına. Öyle az buz değil çok meraklı. Ben izledim de bir süre, Fenerbahçe’den denize girdi merakı. Koyu sular değdi eteğine, açıklarda. Boğulmadan az önce görecektin. Yavru bir ördeğin başı gibi, girip çıktı suya telaşı. Üşütmüştür. Kısık sesle, hıçkırarak, neredeyse kusar gibi konuşması, yazdıklarını yeniden yazması, bir sözü üç kerede anlaması. Hep ondan. Kırık kalpli dedim ya en başta. Suyu tükenmiş, ince bir sızı gibi vazoda. Çiçeği buğu derdi Nazan olsaydı. Hadi oradan, bırak edebiyat yapmayı derdim ben de. Buğuymuş, görmesek neyse. İşin aslı çiçek miçek yok. Onun için en uygun sözcük bitki olabilir. İçki içmeyi falan bilmez, kitap okuduğunu da görmedim bugüne kadar. Yolda giderken okumayı çok severmiş de, tünelden geçerken bile sabredemiyormuş karanlığa. Benim yanımda söylesin de basayım küfrü. Kızıl diyordum yarası. Mor. Oya çiçeğinden rengi, bir sinaritin yüzgecinden solmuş az önce. Biz konuşurken, küçük bir kız geçti ya salıncakla. Evet, hemen şimdi. İstersen, küçük bir kız daha geçsin peşinden. Koyu renklerin arasında pastel bir ses. Bir ton açık mavi. Ya da tonla mavilik. Açık saçık. Bodrum’lu bir kız gibi. Yürürken. Begonviller dökülür beline göğsünden. Konuşurken bir tatlı kaşığı değer dudaklarına, kaçar bir hırsız hapishaneden. Göğüs kafesinde, dörtnala koşan bir tay. İçinde küçük çocuklar. Saçları köpük köpük Ege, köpük köpük ay. Aşk bu kadar yakışabilir bir insana. Deniz, geceye bu kadar yakışabilir. Meyhanelerin, parke taşlı, arka sokaklara açılan kapıları geçer saçlarının arasından, parlar ay, taşar Ege. Bağırır bir kadın geceyarısında, imbat diye.
İki eski dost, Nazım’la Hikmet gibi. Çanakla kale. Ayrılmaz diyordun ya ırmaklar, öyle haritada göründüğü gibi. Alttan birleşirmiş bazen yatakları. Zaten eksik kalırlar. Yüzde göz, gözde arpacık. Arpacıkta soğan. Kırık kalpli kadın da ayrılmaz. Bir türkü söyler, şiir ezbere, akşam oldu mu öykü mayalar çocukların yatağına. Sen onu eskiden görecektin. Şimdi bile, ilk kez on dördünde sevişmiş bir kızın bakışları var gözünde. Bulutların üstünden, kısık gözleriyle. Ben de karşısında duruyorum şimdi. Bilmiyor ki. Onu günlerce, gecelerce izleyen, bendim. Bedenini kızıl bir örtü gibi yayan çimenliğe. Altımızda çoğalan toprak, kollarım kenar süsü, belindeki çukurda. Bahar, güz, kış diye sayan bendim avcuna mevsimleri. Yazdım incecik, dal gibi. Sırtlan sesi duydum dedin ya. İşte bendim o, yanından geçen koşarak. Bendim, göz göze geldiğimizde, damarlarında dolaşan engerek.
Hayvanlara baktın bir süre. Küçükken en çok onlar vardı elinin altında. Yanlış hatırlayan sensin. Bir gün tartışırken “bokunu bile yerim onların” diyen sen değil miydin? Ne var ki, doğru söylemişim. Brusella olursun tabii. “Hiç adı o kadar güzel bir hastalığım olmadı”, dedin sonra. Güldük. Teninde kırmızı. Su çiçeği, kızamık, kabakulak? Neyse, beğendiremedik işte. Ne güzel hastalıklar var oysa. Başkası olmazmış. Gözlerini kaldırdın, biz de sustuk. Büyüdük ya artık, biliyoruz susacağımız yeri. Biz susunca sen dörtnala koşardın, ne tuhaf. Bir tuhafiyeciye giderdi ayaklarımız birlikte. “Bulutlu” derdik yalnızca, havayı soranlara. Bulutların rengine bakardık. Erirse eski zamanlar. Sararsa bizi akşamda şarap. Rengi dumanlar, rengi hüzünler, rengârenkler. Biz denize dalardık. Deniz işte. Bu kadar söze bakıp da bir şey bildiğimi sanma. Yaşamla ilgili ne söyleyebilirsin deseler hemen susarım. Ya da…
Temmuz ayının son günleriydi, Uzungöl yaylalarından topladığım papatya demetini iliştirmiştim sırt çantama. Bisikletimle geçerken önlerinden, herkes bakıyordu. Bir papatyalara, bir bana. Belki bunu söyleyebilirim yalnızca.