Olamaz, böyle şey olamaz diyor, başka da bir şey demiyordu Ali Rıza. O ki, yıllardır kedilerle yaşıyor, bu zaman içerisinde evinde yüzlercesine bakıp büyütmüş, böyle şey görmemişti. Onu sokakta bulduğunda, böyle bir şeye neden olacağını, küçücük bir kedinin kendisini saf yerine koyacağını hiç düşünmemişti…
O gün kötü bir hava vardı İzmir’de. Ali Rıza evden çıkıp arabasının yanına giderken yüzünü yakan berbat bir poyraz soğuğu ve hatırı sayılır bir yağmur vardı. Bir akşam önce evinin yakınında yer bulamadığı için, son kullanma tarihi çoktan geçmiş olan Opel marka arabasını epeyce uzağına park ettiğinden adeta koşar adımla yürüyordu. Birden çarpılmışçasına durdu ve düşmemek için yol kenarında park etmiş başka bir otomobile yaslandı. Az daha üstüne basacaktı yavrunun. Önünde, gözleri henüz açılmış bir kedi yavrusu uzanmış yatıyordu. Yağmurdan sırılsıklam olmuş tüyleriyle nefesinin yettiği kadar bağırıyor; daha doğrusu imdat istercesine acıklı sesler çıkarmaya çalışıyordu. Onun tükenmek üzere olan sesini duymasaydı kesinlikle üzerine basacaktı Ali Rıza. Yaslandığı arabadan güç alarak doğruldu. Her zamanki gibi davranmaktan başka çaresi yoktu; yine aynı şeyi yapacak ve bu, ölmek üzere olan yavruyu da alıp evine götürecekti. Götürecekti götürmesine de, hiç bu kadar küçüğünü annesiz büyütmemişti. Üstelik şu anda Devlet Tiyatrosu’nda oynayacağı oyunun provasına gidiyordu.
Her ne olursa olsun bu küçük yavruyu orada bırakamazdı Ali Rıza. Onu yerden dikkatlice alıp montunun eteğine çarçabuk sardı ve arabasına koştu. Bagajdaki kullanılmamış sarı toz bezlerinden birkaç tanesini alarak ilkin yavruyu kuruladı, sonra da ona ön koltukta bir yer yaptı. Arabasını olay yerine yakın bakkalın önüne çekerek bir şişe süt ve biraz da pamuk aldı.
Arabayı Konak sahnesinin otoparkında bırakıp kedi yavrusunu sardığı bezlerle birlikte kucağına alarak tiyatronun yolunu tuttu. İçeriye girdiğinde prova henüz başlamamıştı. Kendisini merakla izleyen arkadaşlarına durumu kısaca anlatırken bir yandan da sütle ıslattığı pamuğu açlıktan bağıran yavrunun ağzına sıkıyordu. Karnı yavaş yavaş doymaya başlayan yavrunun bağırmaları da giderek kesilmişti. Çalışma yapan oyuncuların yavru kedinin sesinden rahatsız olmamaları için onu sahneden uzak bir yere bırakan Ali Rıza o günü umduğundan daha olaysız geçirmişti. Sertliğiyle tanınan, çalıştıkları oyunun yönetmeninin, sesini duymadığı için minik yavrudan haberi bile olmamıştı.
Tiyatrodan eve döndüklerinde ikinci bir sorun daha onları bekliyordu. Ali Rıza’nın evinde sekiz kedisi daha vardı. Bu kedilerin içlerinde yavruyu boğabilecek sabıkalı bir erkek kedinin olduğunu biliyordu Ali Rıza. Biraz büyüyene dek bu yavruyu korumalıydı o.
Evden içeriye girdiklerinde kedilerin sekizi birden sahiplerinin ayaklarına sürtünmeye başladılar. Onların bu halleri açlıktan değildi, bir tür törendi. Her gelişinde Ali Rıza birkaç dakika süren böyle bir törenin içerisinde bulurdu kendini. Bu gün de aynı şey yineleniyordu. Ancak küçük bir fark vardı bugünkü törende. Yaşlı erkek kedi törene katılmamış, Sahibinin kucağındaki yavruya bakıyordu. Bundan haberi olmayan yavru ise mışıl mışıl uyuyordu.
O gece, her zaman yatarken açık bıraktığı kapısını kapatan ve yeni yavruyu yanına alan Ali Rıza’ya diğer kediler epeyce bozulmuşlardı. Dışarıdan bir süre miyavlayıp kapıya süründükten sonra bu akşam sahiplerinin yatağına sırayla girip çıkamayacaklarını anlayıp seslerini kestiler. Pamuğa bandırılmış sütle karnı doyurulan yavru, sıcak evi de bulunca ses çıkarmadan sabaha dek uyumuştu o gece.
Sabah kalkıp kedileriyle bir süre oynayıp onların gönlünü aldı Ali Rıza. Hepsinin karınlarını doyurup sularını değiştirdi. İlkin yeni yavrunun, daha sonra da kendi karnını doyurdu. Yeni bulduğu minikten büyük, Ayşe adında bir yavrusu daha vardı Ali Rıza’nın. Ayşe yeni sütten kesilmiş, mama yemeye başlamıştı. Yeni gelene sokulmuş onu biraz yaladıktan sonra, içleri pırıl pırıl parlayan gözlerle yavruya bakıyordu. Durumu gören Ali Rıza:
“Boşuna bakma Ayşe, onu sana bırakamam oynaman için. Bir süre yanımda götüreceğim,” dedi.
Ayşe, sahibinin söylediklerini anlamış gibi mahzunlaşmıştı. Yeni yavrunun hiçbir şeyden haberi yoktu. Bir süre ona bakan Ali Rıza, bir şeyi telaştan unuttuğunu anımsadı. Yeni yavruya ad koymamıştı; kedilerinin hepsinin adı vardı. Bu yeni gelene de bir ad koymalıydı hemen. Yan yatmış yavrunun dişi mi erkek mi olduğuna baktı. Kuyruğun öylesine kıvırmıştı ki, cinsel organı görülmüyordu yavrunun. Onun keyfini bozmamak için fazla kurcalamadı orasını burasını; karnının altında memeye benzeyen bir şeyler görüp kararını verdi; bu kızın adı “Nazife,” olacak dedi. Provasını yaptıkları oyunda Nazife adında küçük bir kızı vardı Ali Rıza’nın; onu çok sevdiğinden olacak kedisinin adını da Nazife koydu. Birkaç kez de hafif hafif seslendi ona:
“Nazife?.. Nazife kızım?.. Uyuyor musun sen bakalım?.. Öksüz Nazifem benim…Uyu uyu, birazdan provaya gideceğiz seninle…”
Ali Rıza bir ay süren provaları sırasında yanında taşıdı Nazife’yi. Tiyatronun kapısında görevli bir adamın yardımıyla yönetmenden hiç uyarı almadan büyütmüştü yavruyu. Oyun çıktıktan sonra bir ay daha götürdü yavruyu tiyatroya, diğer oyuncuların ve kapıdaki görevlinin oyuncağı olmuştu Nazife. Boş zaman bulan doğru Nazife’nin yanına koşup onunla oynuyordu. İki aylık çok güzel tekir bir yavru olmuştu Nazife.
Daha sonra da evde bırakmaya başladı onu Ali Rıza. Nazife evde olduğu zamanlar Ayşe’yle oynamayı öğrenmiş, diğer kedilerle de yakın dostluklar kurmuştu. Pamukla beslenmeyi çoktan bırakmış, kendisi sütünü içiyor, küçük biberonunu ön ayaklarıyla tutmasını öğrendiğinden sahibine de yük olmuyordu karnını doyururken.
O sezon sahnelenen başka oyunda rol verilmediği için bol zamanı vardı Ali Rıza’nın. Evde kaldığı zamanlar kadehine rakısını doldurur, kendinin hazırladığı mezelerle birkaç kadeh rakı içerdi. Rakı masasında otururken kedilerden biri iner diğeri çıkardı kucağına. Buna en çok Nazife bozulurdu; hem en küçükleriydi ve hem de büyütülürken çok yüz verilmişti ona. O da masanın üstüne çıkıp sahibine öyle yakın olmak isterdi. Buna razı olmayan Ali Rıza ona yanında bir sandalyenin üstünde yer yapmıştı; ara sıra kedisini okşar onu sevdiğini ve unutmadığını anımsatırdı Nazife’ye. Bir gün mutfaktan bir şey almaya gidip geri döndüğünde Nazife’yi, yeni doldurduğu bardağındaki rakıyı içmeye çalışırken gördü.
“Ne yapıyorsun yaramaz kız?” diye seslenince sahibi, hiç istifini bozmayan, halen, dar ağızlı limonata bardağından rakı içme uğraşındaydı kedi. Ondan bardağını devrilmeden kurtaran Ali Rıza her zaman yaptığı gibi kedisine kızacağına kıkır kıkır gülüyordu.” Birazdan sızar uyursun Nazife,” dedi.
Nazife uyumadığı gibi ısrarla rakı içmek istiyordu. Öyle miyavlamıştı ki rakı bardağına bakarak, Ali Rıza dayanamayıp susması için biberonuna bir parmak kadar bol sulu rakı koyup verdi kediye. Biberonla kendisi sütünü nasıl içiyorsa rakıyı da öyle içmeye başladı. İlk lokmadan sonra bırakır herhalde diye onu dikkatle izleyen Ali Rıza, koşup fotoğraf makinesini alıp onun fotoğrafını çekti. Daha sonra Ayşe’nin oyun önerisini kabul eden Nazife, yaptığı maskaralıklarla hem sahibini hem de diğer kedileri uzun süre eğlendirmesini bildi.
Rakısını içip onlar tatlı tatlı sohbet ederlerken, daha doğrusu sahibi Nazife’yle konuşurken o da “miyav,”diye bir ses çıkarırdı. Diğer kediler de sanki konuşmaları anlıyorlarmış gibi onları dinlerlerdi. Nazife büyümeye başladığında bu sohbetler daha çok Nazife’nin evliliği üzerine yapılırdı. O akşam yine takılıyordu Nazife’ye Ali Rıza:
“Ne tip erkeklerden hoşlanıyorsun Nazife?”
“Miyav.”
“Bu, Kumral, bıyıklı erkek anlamına mı geliyor yani?”
“Miyav.”
“Bıyıksız kedi olur mu diyorsun he?”
“Miyav.”
“Anladım tabi, aptal mı sandın sen beni? Büyüdün kocaman kız oldun, yakında erkekler dolaşmaya başlar çevrende?”
“Miyav,” bu sesi çıkarırken Nazife, sanki itiraz eder gibi bir tavır sergilemişti.
“Hiç itiraz etme kızım. Nazlılık gösterisi yapma boşuna, genç kızların huyudur, hem ağlarım hem giderim denir onların bu tavırları. Seninki de öyle, yakında görürüz istemem diyen Nazife hanımı. İstemem, yan cebime koy dersin.”
“Mırrr…”
“Haydi in sandalyeden de biraz oynayın Ayşe’yle.”
“Miyav,”diye bir ses çıkardıktan sonra, konuşmanın arasına giren Ayşe, atlayıp Ali Rıza’nın kucağına oturmuştu, ona: “Sen neler diyorsun böyle?”der gibi sahibinin yüzüne baktı. Onun bu bakışlarından kendisin Nazife’ye söylediğini beğenmediğine karar veren Ali Rıza:
“Anladım, oyun oynama dönemimiz çoktan geçti diyorsun. Haklısın sizin evlenme zamanınız geldi,” diyen sahibinin yüzüne,”ne saf adam bu?” dercesine yeniden baktı Ayşe.
“Sarhoş mu oldum ne? Kediler bir tuhaf bakıyor yüzüme bu akşam, hiç böyle yapmazlardı?” diye kendi kendine söylendi Ali Rıza.
O akşamdan sonra ne zaman oturup Nazife’nin evliliğinden konuşmaya kalktıysa Ali Rıza, her seferinde kedileri onun yüzüne tuhaf tuhaf baktılar. Mart ayı yaklaştığından, konu istemese de dönüp dolaşıp oraya geliyordu. Ya da Ali Rıza konuyu evlilik ve aşk konularına getiriyordu. Belki de kedilerle ilgisi yoktu onun bu cinsellik konularını açmasının. Yakın zamanlarda sevgilisinden ayrılmış olan Ali Rıza’nın aklı, içerisinde bulunduğu durum yüzünden belki de cinsellik konusuna kayıyordu. Kim bilir, belki de bir cinsel içgüdüydü bu?..
Mart ayının ilk haftasıydı. O akşam oyun olmadığı için bir şişe rakı ve birkaç parça meze alıp eve geldi Ali Rıza. Yanında da yeni kız arkadaşı vardı. İlk kez Ali Rıza’nın evine geliyordu kız. Kapıyı açtığında içeriden kulağına kedi sesleri geldi. Kız dikkatle dinledi bu sesleri, biraz da korkmuştu. Kediler cinsel ilişkiye girdiklerinde çıkarırlardı bu tiz sesleri. Işığı yakmadan, kız arkadaşına korkmamasını fısıldadı ve bir kez daha dinledi Ali Rıza, düğün kendi kedileri arasında yapılıyordu. Dışarıdan içeriye kedi giremezdi. Nazife’yi düşündü; sesini benzetir gibi olduğundan, belki de öyle yakıştırdığından bu düğün ona ait diye karar verdi. Doğuracağı yavruları hayal etti; arkasından da onu sokakta bulduğu ilk günü anımsadı. Kalbinin burkulduğunu, boğazının düğümlenip burnunun kaşındığını duyumsadı. Zaten çok duygusal bir insan olan Ali Rıza’nın gözlerinden iki damla yaş süzülmüştü yanaklarına. Kendi kendine yavaşça mırıldandı:
“Mutluluklar dilerim kızım.” Yanındaki kız arkadaşı ne demek istediğini anlamamıştı Ali Rıza’nın.
“Ne oldu Ali Rıza?” diye alçak sesle sordu ona. Işığı yakan Ali Rıza:
“Mutfağa geç de anlatayım,” deyip arkadaşını içeriye aldı ve Nazife’yi sokakta nasıl bulduğunu, yavruyu nasıl büyüttüğünü ve bu akşam onun gelin olduğunu duygusal sözlerle anlattı. Sesler yavaşladığında, haydi gidip görelim gelin kızımızı dedi Ali Rıza yeni kız arkadaşına.
Birlikte kedi seslerinin geldiği arka odaya gittiklerinde ışığı yaktı Ali Rıza. Işığı yakar yakar yakmaz iki kedinin halen altlı üstlü olduklarını gördüler.
“Senin Nazife mutlu görünüyor. Tüyleri de pamuk gibi bembeyazmış,” dedi kız arkadaş.
“Nazife o değil, üsteki, tekir olan,” diye yanıtladı kızı Ali Rıza.
“Kız deyince sen, ben alta olanı o sanmıştım?”
“O alttaki Ayşe.”
Bir yaşını birkaç ay geçtikten sonra adını Nazife koyduğu yavrunun erkek olduğunu öğrenmişti Ali Rıza. Yaşamı kedilerin içerisinde geçen, onları evinin bir parçası yapmış olan bu adam nasıl yanıldığını bir türlü anlayamıyordu. O akşamki olaydan sonra kedisinin adını “Nazif” olarak değiştirmişti ama boşuna; Nazife diye seslenmedikçe bakmıyordu o.
Bir gün dört yavrusunu ve eşi Ayşe’yi alıp içki masasında oturan Ali Rıza’nın yanına gelen Nazife, ilkin yavruların arkalarına patisiyle vurarak Ali Rıza’nın kucağına çıkardı, sonra da Ayşe’ye burnuyla dürterek onun da aynı yere atlamasını sağladı. Sonra da kendisi atladı sahibinin kucağına. Diğerleri kıvrılıp oturdukları halde Nazife oturmamış, sinsi sinsi gülerek Ali Rıza’nın yüzüne bakıyordu. Bu bakışlardaki alayı Ali Rıza gibi mimik dersi almış bir oyuncunun anlamaması olanaksızdı. Üstelik Karşısındaki Nazife’nin tam bir erkek gibi durduğunu, yine çok iyi bildiği beden dilinden anlayabiliyordu. Ayşe’yi ve yavruları sahibinin kucağına bırakan Nazife, yine alaylı bakışlarla açık olan pencereye doğru yürüdü. Dışarıya atlamadan önce bir kez daha alaylı alaylı baktı sahibinin yüzüne. Bu bakışların anlamını:” Ben kız tavlamaya gidiyorum, benimkilere iyi bak karışmam ha,”dendiğini en iyi usta bir oyuncu olan sahibi anlardı. Anlamıştı da Ali Rıza. Nazife’nin arkasından kendisini tutamayıp söylendi:
“Pis zampara.”