Yine aynı kayanın üstünde durmuş bana bakıyordu. Yüzü inat yapar gibi değildi; öyle bir anlam yoktu bakışlarında. Sanki: “Ne yapayım elimde değil, karnım aç olmasaydı böyle bir şey yapmazdım” dermişçesine bir anlam vardı yüzünde. Ben gülümseyince her sabah olduğu gibi kuyruğunu sallayıp yüzgeçlerini oynatarak karşılık verdi bana. Her gün ağlarımdan balıklarımı çalsa da bir türlü kızamıyordum ona. Balık çalması bir şey değil de o işi yaparken ara sıra da ağlarımı yırttığı olurdu. Akşamdan bıraktığım dip ağımın şamandırasını kayığıma alıp toplamaya başladığımda daha ikinci kulaçta pek büyük olmayan bir yırtık olduğunu gördüm. Onun yaptığını anladım; başımı ona doğru döndüğümde bakışlarını kaçırdı.
Eskiler, bir zamanlar Marmara Denizinin bu körfezinde daha çok fok yaşadığını söylerlerdi; zamanla azalmış, şimdi ise bir tek kalmıştı. Ege kıyılarında daha çok fokun yaşadığını, hatta çok eskilerden bir ilçenin adını bu balıktan aldığını duymuştum. Marmara gibi oralarda da balık azalmasıyla fokların sayısında da bir düşme olabileceğini düşündüm. Ege’de fokların daha çok olmasını pek uğranılmayan koyların ve saklanabilecekleri mağara ve kaya kovuklarının çok olmasıyla açıklamıştı bir arkadaşım.
Buralarda tek başına yaşayan bu erkek fokun adını “Garip” koymuştum. Benim dışımda kimselerin yanına pek yaklaşmayan Garip’in adı köy çocuklarının azgında efsane gibi dolaşırdı. Onun hakkında bir sürü olay anlatırlar; kendisini hiç görmeyen çocuklar bile Garip’in oyun arkadaşları olduğunu söylerlerdi.
Dip ağlarımı kaldırdığımda Garip her zamanki gibi aynı taşın üzerinde bana bakıyordu. Sarıburun’un koltuğundaki küçük koyun kumsalına kayığımı baştankara edip Garip için ayırdığım balıkları çakılların üzerine bıraktım. Ben oradan ayrılırken o da balıklara doğru yaklaşmaya başlamıştı. Bağırdım Garip’e: Ağlarımı yırtma, ben senin payını ayırırım her gün.” Anlamış gibi bazı sesler çıkararak baktı yüzüme. Hatta, teşekkür edermiş gibi hareketler yaptı. Ben motoru çalıştırıp köye doğru giderken başını kaldırıp son kez bana baktı ve daha sonra da çakılların üstüne koyduğum balıkları zevkle yemeyi sürdürdü. O günden sonra Garip oralara attığım dip ağlarındaki balıklara hiç dokunmadı; ben de onun payını her gün ayırıp verdim. Bu bir yıl kadar sürmüştü. Baştan yirmi yirmi beş metre kadar uzaklaşırdım o balıkları yerken; giderek üç dört metreye düştü bu aramızdaki uzaklık. Denedim ama daha fazla yaklaşmama izin vermedi Garip…
Yine bir gün ağdan çıkan balıkları Gemlik balıkhanesine gönderdikten sonra eve geldim. Kendim için ayırdığım tavalığı pişirip sabah kahvaltımı yapıyordum. Her zamanki yemek ortağım, çok sevdiğim “Masum”, çok kibar kediydi, benim kendisine ikram ettiğim balıkları yer, unutup ona bir şey vermezsem bile hiç ses çıkarmadan beklerdi. Bu sabah da öyle ufak bir unutkanlık olmuştu. Kedimden özür dileyerek sahanımda kalan son balığın etlerini ona verip tüm artıkları bir kaba koydum. Kapımın önüne duran, nereden geldiğini bilmediğim, iki yıldır herkesçe benim köpeğim olduğu söylenen Cino’ya götürdüm. Cino’yla biraz konuştuktan sonra (Bu konuşmayı kedim gibi o da her gün beklerdi) tam içeriye gireceğim sırada yeğenim Ahmet’in koşarak yaklaştığını gördüm. Sekiz yaşına yeni girmişti Ahmet, soluk soluğa gelip kapının ağzında durdu.
“Dayı, yunus balıkları Garip’i yemiş doğru mu?”
“Yanlış söylemişler Ahmetcim sana, yunus balıkları öyle şey yapmazlar. Hem Garip onlardan korkmaz.”
“Yarın köye getirsene Garip’i dayı?” deyip yalvarırcasına gözlerimin içerisine baktı Ahmet. Köy çocukları Garip’in sahibi olduğumu sanıyorlardı benimn; ya da kendileri öyle yakıştırmışlardı. Duyduğuma göre, onun hakkında anlattıkları serüvenlerin içerisinde ben de geçiyormuşum.
“Garip köye gelmez yavrum.”
“Niye gelmez be dayı, senin sözünü dinlemez mi o?”
“İnsanlardan korkar Garip?”
“Sen insan değil misin?”
” Benden de korkar o.”
“Yalan söylüyorsun, birlikte dalıp köpek balıklarını avlıyormuşsunuz. Senin sözünden çıkmıyormuş Garip.”
“Hadi gel, sana dükkândan şeker alayım da ye Ahmet?” deyip kapıyı çekerek dışarıya çıktım.
“Ben şeker istemiyorum, yarın Garip’i getir bana.”
“Garip gelmez buraya diyorum inanmıyor musun dayına?”
“Öyleyse yarın sabah beni de götür ağ kaldırmaya giderken.”
“O olur işte. Söyle annene yarın erken kaldırsın seni.”
“Annemin kaldırması gerekmez. Ben kendim kalkarım,” deyip ok gibi fırladı yanımdan Ahmet. Bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırıyordu:” Duyduk duymadık demeyin, dayım beni yarın Garip’e götürecek.”
Ertesi sabah erkenden kalkıp kız kardeşimin evinin önüne geldiğimde yeğenim Ahmet de pencereden beni görüp kapının önüne çıktı. Çocuğun sevinçten gözleri parlıyordu; Heyecanını saklayamayan Ahmet, “Niye geciktin?” diye sorunca gülmekten kendimi alamadım. “Hem geç kalıp hem de gülüyorsun be dayı?”
“Geç kaldığımı nereden biliyorsun?”
“Bir saatten fazla oldu, seni camın önünde bekliyorum?”
“Ben her sabah bu vakitler giderim ağ kaldırmaya, sen erken kalkmışsın Ahmet.”
“Bir de reis olacaksın, tayfandan sonra kalkıyorsun?”
“Haklısın Ahmetcim, bir dahaki sefere erken kalkarım.”
Sarıburun’a gittiğimizde Garip aynı yerde beni bekliyordu. Yüzgeçlerini çırpıp kuyruğunu sallayarak bizi karşıladı. Yan gözle Ahmet’e baktığımda çocuğun heyecandan titrediğini gördüm.
“Garip insana bir şey yapmaz değil mi dayı?”
“Sen ona bir şey yapmazsan, o da sana yapmaz Ahmet.”
Ben ağları kaldırırken kayanın tepesinde gözlerini bizden ayırmadan izledi Garip. Ağda hiçbir hasar yoktu, demek anlaşmıştık bu sevimli hayvanla, ben ona balık verdiğim sürece ağlarımdan balık çalmayacaktı. Ayırdığım balıkları Ahmet’e verip çakılların üstüne koymasını söyledim. Ahmet bir yandan balıkları söylediğim yere koyarken, diğer yandan da Garip’i gözlüyordu. Korktuğunu bana belli etmemek için epeyce çaba harcıyordu yeğenim.
Ahmet dönüp, sandalın oturağında bana sokularak oturdu. Kıyıya baştankara olan sandalın içerisinde üç metre kadar uzaktan biz onu izlerken, Garip balıkların yanına doğru sokulmaya başladı. Balıkları yedikten sonra ilk kez bir metre kadar yakınımıza gelip bazı hareketler yaptı ve başını sandalın küpeştesine koydu. Bazı sesler çıkardıkça Ahmet bana dönüp;”ne diyor o dayı?”diye soruyordu. Baştan anlamadığımı söyledim Ahmet’e ama bana inanmadığını gördüm. Ondan sonra da, o an hayvanın ne demesi gerekirse onu diyormuşçasına tercüme ettim yeğenime. Balıkları bir güzel yiyip karnını doyuran Garip bazı sesler çıkardığında bu kez yeğenim çevirdi söylediklerini:
“Teşekkür ediyor sana dayı,”
“Bir şey değil Garip, sen ağlarıma dokunma, ben hep doyururum senin karnını. Hadi hoşça kal,”deyip kayığın motorunu çalıştırdığımda, gördüklerinin rüya mı yoksa gerçek mi olduğunu düşünen Ahmet Garip’e vedalaşmak için el salladı. Bedenini yukarı doğru kaldıran Garip’in sol yüzgecini sallaması gerçekten görülmeye değerdi. Ahmet çığlık çığlığa:
“Bana el sallıyor bak dayı,” diye bağırdı.
Mayısın sonlarıydı, halen iyi tekir yapmayı sürdürüyordu deniz Ama yakında kesecekti, bunu biliyordum. Yazın boşta kalmamak için eşe dosta bir iş aradığımı bildirmiştim. Bursa’nın büyük fabrikatörlerinden biri lüks yatı için kaptan arıyormuş, tanıdıklar bu işi en iyi benim yapacağımı söylemişler kendisine. Fabrikatör beni görmek istediği için onunla tanışmaya gidecektim bugün. Temiz giysilerimi giyerek evden çıktım. İşi kabul edip etmemek konusunda kafam çok net değildi. Bugüne dek hiç kimsenin buyruğu altında çalışmamıştım. Üstelik evimde bir kedim, kapımın önünde bir köpeğim ve her gün balıkla beslediğim bir fokum vardı. Garip’le Cino karınlarını bir biçimde doyururlardı da kedim ne olacaktı. Kız kardeşimin de kedileri vardı, birkaç günlüğüne İstanbul’a gittiğimde ona bırakmıştım benimkini, diğer kediler rahat vermedikleri için zavallı bizim eve kaçmış, geldiğimde epeyce zayıflamıştı açlıktan.
Yatında kaptanlık yapacağım kişi babacan bir adamdı; yeni tanıdığı halde bir sürü espri yapıp güldürmüştü beni. Ben de onu güldürmüştüm bir kaç kez. En çok da işi kabul edebileceğimi ancak hayvanlarımın olduğunu, özellikle de kedimi bırakmamın zorluğunu söylediğimde gülmüştü. Bir de fokla ilgili söylediklerime hem şaşırmış ve hem de gülmüştü. Bir hafta sonra işe başlamam konusunda yatın sahibiyle anlaştık. Kaptanlık için bana ödeyecekleri para hiç de fena sayılmazdı. Benden Garip’i gidip göreceğimize dair söz aldı yatın sahibi Rıfat Bey. O güne değin hiç fok görmediğini söyledi. Köye gelip kardeşimle konuştuk, Eylül ayına kadar bizim eve gelip kedime ve köpeğime bakacaktı. Garip nasıl olsa denizden beslenirdi bu süre içerisinde.
O gün ağlarımı atmaya erken gittim. Garip ortalarda yoktu. Ağları atmadan kayalardan midye topladım. Taşların arasına ateş yakıp, her zaman çalıların arasında duran tenekeyi alıp üzerine koydum. Midyeleri tenekenin üzerine dizip ağızlarını açıp sularını atmalarını ve nar gibi kızarmalarını bekledim. Arkamda bir ses duyup döndüğümde Garip’in yarım metre kadar yakınıma geldiğini, beni gördüğüne sevinirmiş gibi hareketler yaptığını gördüm. Midyelerin pişerken akıttıkları suyun ateşin üzerine düşmesiyle çıkardığı sesler yüzünden onun geldiğini duymamıştım. Daha sonra da gelip yanıma uzandı. Ben, tenekenin üzerinde kebap olan midyeleri, Çinlilerin pirinç yediği gibi iki sopayla alıp çakılların üzerine koyarak soğumalarını beklemeye başladım. Bir yandan da tenekenin üzerine yeniden çiğ midyeleri dizmeye başladım. O iş bittikten sonra pişirdiğim midyeleri yerken Garip’in tuhaf bir ses çıkardığını duydum, başımı ona çevirdiğimde ağzını açmış gözlerimin içerisine baktığını gördüm. Bir midye kebap alıp onun açık duran ağzına attığımda istediğinin o olduğunu anladım. Yediğini çok beğendiğini anlatan hareketler yapıyordu.
Bir ben bir o derken kayalardan topladığım midyeler kısa zamanda tükenmişti. Garip gözümün içerisine öyle yanık yanık bakmasaydı bu kadar yeter deyip bırakacaktım midye pişirmeyi.. Yeniden paçaları sıvayıp bir torba daha midye çıkardım ve onu da pişirip bir güzel yedik Garip’le birlikte.
Arkadaşlar yakında kaptanlığa başlayacağımı duymuşlardı. Benim gibi köyün küçük balıkçılarından olan Akif yanıma gelip bulduğum işe sevindiğini ve hayırlı olmasını dilediğini söyledi. Akif sözüne pek güvenilmeyen köylülerimizden biriydi. Bulduğum işe de sevindiğine inanmıyordum, büyük bir olasılıkla kıskanıyordu yazın kaptanlık yapıp para kazanacağım diye. Kendisinin kaptanlık belgesi olmadığı için yaz aylarında, balığın en kesat zamanında ağ atmaya devam edecekti. Bu aylarda ağ atmanın astarı yüzünden pahalı olurdu. Çok az balık tutulduğundan kazancın eskittiğin ağa değmezdi.
“Sen Sarıburun ağ atıyorsun, Fok parçalamıyor mu ağlarını?” diye sordu Akif.
“Biz onunla dostuz, aramızda anlaşma var, benim ağlarımı parçalamaz o.
“Dalga geçmeyi bırak, öldü mü yoksa o fok?”
“Hayır, yaşıyor, üstelik de çok sağlıklı.”
“İyi balık satıyorsun bakıyorum da, sen kaptanlığa başladığında ben ağ atmak istiyorum o taraflara, onun için soruyorum foku sana.”
“Onun hakkını ayırırsan dokunmaz ağlarına.”
“Nasıl?”
“Tuttuğun balıklardan bir kısmını ona vereceksin.”
“Benimle dalga geçiyorsun sen?”
“Dalga geçmiyorum, ben öyle yapıyorum. Tekirleri, Karagözleri, İşkineleri vermene gerek yok. İstavrit gibi, izmarit gibi çok para etmeyen balıkları ona ayırırsan ağlarından balık çalmaz Garip.”
“Bundan sonra pek balık çıkmaz, istavrit izmarit de para edecek önümüzdeki günlerde ama.”
“Parçalanmalarını istemiyorsan o zaman başka yere at ağlarını, Garip karnını doyurmak için çalar balıklarını. ‘Aç it fırın deler’ diye bir ata sözü vardır bilirsin..” dediğimde Akif onay gibi bir tavır gösterdi ama, pek içten değildi hareketleri…
Kaptanlığa başladığım ilk günler daha çok bizim körfezde dolaşıyorduk. Bir süre Marmara kıyılarını gezdikten sonra Bodruma gideceğimizi söyledi yatın sahibi Rıfat Bey. Mudanya’dan Gemlik’e gidip öğle yemeğini orada yemek istediler yattakiler. Onları Gemlik’e götürüp tanıdık bir balıkçı lokantasına yönlendirdim. Yemeklerini yedikten sonra kıyıdan kıyı Armutlu’ya kadar gidip oradan Trilye’ye geçmeyi önerdi Rıfat Bey eşine, kadın bunu olumlu karşıladı. Rotamız belliydi. Doğup büyüdüğüm bu yerleri çok iyi biliyordum. Yola çıktığımızda rüzgâr gündoğrusundan yavaş yavaş esiyordu. Yat kumru gibi süzülüyordu denizin üzerinde. Yavaş yavaş betonlaşmaya başlayan kıyıları izleyerek bizim köyün hizasına geldiğimizde Rıfat Bey’e verdiğim söz geldi aklıma.
“Rıfat Bey, size bir sözüm vardı bilmem hatırlıyor musunuz?
“Neydi acaba, birden hatırlayamadım kaptan?
“Bir foktan söz etmiştim de size çok merak ettiğiniz, bir gün gidip görmek istediğinizi söylemiştiniz?
“Evet. Hatırladım kaptan. Görebilir miyiz acaba?”
“Ben de hiç görmedim, çok merak ediyorum babacım, ne olursun görelim o foku,”diye atıldı Rıfa Bey’in büyük kızı. Eşi de diğerlerine uyunca foku görmeye karar verdiler.
“Belki biraz zaman kaybederiz oralarda, ama sonunda görürüz Garip’i. Onun dinlendiği kaya kovuklarını bilirim.
“Tamam kaptan, nasıl olsa akşama kadar çok vaktimiz var, görelim bakalım senin şu Garip’i. Sarıburun’a doğru giderken Garip’i özlediğimi duyumsamıştım. Köyden ayrılalı bir hafta olmuştu. Yeni işin telaşı ve Rıfat Bey ve ailesine uyum sağlayabilmek için ne Garip’i ne de köyümü düşünebilmiştim.
Avucumun içi gibi bildiğim bu körfezde ne çok anılarım vardı. On yaşımdan beri balıkçılık yapıyordum. Yaşım elliye gelmişti. Yıllar boyu bu kıyılarda yalnız başıma dolaşmıştım. Sonunda bir balıkla arkadaşlık yapacağım hiç aklıma gelmemişti. En çok da Garip’in midye yiyişini anımsıyordum. İlk kez o gün onun başını elleyip sevmeme izin vermişti. Önümüzdeki aylar balıkçılığa döndüğümde daha yakın olacağımız kesindi onunla. Yakınlığı çok artırmışken benim bu işe girip onu bırakmam iyi olmamıştı. Şimdi beni görünce ne yapacak acaba? Belki de kızacak onu bırakıp gittiğim için.
Ayazmayı geçip Sarıburun’a doğru yaklaştığımızda onun beni her zaman beklediği aynı kayanın üstünde olduğunu fark etmiştim. Bu saatlerde kuytularda olurdu genellikle. Günün bu vaktihde insanlar ve kayıklar çokça geçtiği için buralardan, saklanmayı yeğlerdi Garip. Rıfat Bey ve ailesine karşıda kayanın üzerinde yatan Garip’i gösterdiğimde onlar çok heyecanlanmışlardı. Rıfat Bey dürbünle bakarken küçük oğlu babasına izin vermemişti rahat bakması için Fok’a. Çocuk babasından aldığı dürbünle bir türlü ayarını denk getirip bakamıyordu. Yatın kayalara çarpmamasına dikkat ederek yaklaşmıştım Garip’in yattığı kayaya. Otuz otuz beş kulaçtı kayaya olan uzaklığımız. Bu uzaklıktan beni görüp tanıması gerekirdi bu hayvanın. Yatı uygun durumda demirleyerek Rıfat Bey’le birlikte peşimizdeki botla kayanın olduğu yere doğru giderken benim yüreğim kötü kötü çarpıyordu. Garip’te hiç hareket yoktu. Yaklaştıkça umutlarım iyice kırılmıştı. Botu bir taşa bağlayıp Garip’in yanına çıktığımızda başım fena halde dönüyordu. Düşebileceğimi düşünerek yere diz çöktüm.
“Garip’i vurmuşlar Rıfat Bey.”
“Evet, kafasında bir delik var.
“Kurşun yarası bu Rıfat Bey.”
Kim yapabilir ki böyle bir şeyi?”
“Garip’ten bir avuç balığı esirgeyen biri.
“Kafasındaki kurşun yarası demek he Kaptan?”
“Evet Rıfat Bey. Akif’in 16’lık çift kırma tüfeğinin açtığı kurşun yarası…
Çakallara bırakamazdım Garip’in ölüsünü. Yattan aldığım bir kulaç kadar bir ipe büyükçe bir taş bağladım. İpin bir ucunu da Garip’in kuyruğuna bağlayıp onu doğup büyüdüğü derin sulara gömdüm…