Prag

Keskin pençeleri olan sevgi dolu bir anne,
Ve pençeleri hiçbir zaman sizi bırakmaz.

Hitler’in insanlığa bunca kötülüğünün yanında bir tek iyiliği olabilir. Bu şehri yakıp yıkmamış.

Gerçi Çek Halkı’nın tarihinde geleneksel olarak direnişçi bir yapısının olmaması ve doğal olarak Hitler Almanyasıyla da hiç savaşmadan teslim olmuş olmaları bu güzel sonucu doğurmuş.

Nedeni ne olursa olsun, şehrin mimari dokusunun günümüze kadar korunmuş olması bize muazzam bir keyif veriyor. Merkezdeki binaların en yenisi 14. Yüzyılda yapılmış. Şehrin içinde kendinizi bir masalın içinde hissediyorsunuz.

Çeklerin ataları 5.Yüzyılda Karadeniz ve Karpat dağlarından göç eden Slavlardır. Savaşçı halk olan Slavların Çekleşmiş halleri her nedense savaşmayı sevmez hale gelmiş. Birinci Dünya Savaşı sonrası Çekoslovakya kuruldu. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının arkasından ise Çek Cumhuriyeti kendi sınırlarını çizdi. O dönemde tek damla kan dökülmeden ayrılarak egemenliğine kavuşan ülke oldu.

Bu yazıda uzun uzadıya, Çeklerin ne kadar çok bira tükettiğinden, neredeyse halkın yarısının ateist olduğundan, kristal ve cam işlemeciliklerinden, kuklalara düşkünlüklerinden, ünlü Bohemya bölgesinden bahsetmeyeceğim.

Sizlere azca günümüz Çek halkının özeliklerinden ve çokça Prag’tan ve içinde kaybolup gideceğiniz sokaklardan bahsedeceğim.

Aynı Barselona ile Gaudi’nin özdeşliği gibi, Prag da Kafka ile bütünleşmiştir. Nasıl ki Gaudi, Barselona şehrinin görselliğini değiştirmiştir, Kafka da Prag şehrine büyülü bir ruh katmıştır. Kafka hep şehriyle aşk – nefret ilişkisi içinde olmuştur.

Nazım’ın dediği gibi; “İki şey var ancak ölümle unutulur, anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü”. Kafka şehrini hiç betimlememiştir ama bu güzelim şehri yapıtlarında yaşatmıştır. Düşlerinde ve kabuslarında hep Prag vardı. Yaşarken nefret ettiği, uzakken sevdiği bir şehirdir, vazgeçemediği ama didiştiği bir sevgilidir onun için Prag. Bu şehre Kafka’nın hiçbir eserini okumadan gitmek, şehrin ruhunu anlamanızın zor olacağını baştan kabul etmek anlamına gelir.

Terbiyesiz Şehir

“Terbiyesiz bir şehirdir, aslında Prag” demişti bir Rus arkadaşım. Onun yalancısıyım. Çeklerin özel hayatı bir Rus’u şaşırtabildiğine göre varın siz düşünün. Gecenin karanlığında eşim Tada ile masalsı Prag sokaklarında yürürken mariuana satıcılarının fısıltıları, göz süzerek müşteri kovalayan işveli gece bekçilerinin çekici kokusu, kapısından girersen tekrar geri çıkıp çıkamayacağından emin olmadığın gece kulüplerinin çılgın müzikleri atmosferimizi oluşturuyorlar. Metroda bizi soymaya çalışan profesyonel cepçiler de resmi tamamlamakta gecikmiyorlar.

Tembel

Sağlı sollu bir sürü küçük işletme, restoran ve kafe. Birleşmiş Milletler gibi. Çalışanların hepsi yabancı. Aklınıza gelmeyecek bin bir milletten insan. Kübalı, Tibetli bile çalışmaya gelmiş Prag’a. Sosisçilerin hepsi bir Türk’e aitmiş. “Yok artık” diyoruz. Yok mu çalışan Çekli, evet var, bazı restoranlarda garsonlar Çekli. İnanılmaz yavaş bir servis, garson mu müşteri yoksa siz mi belli değil.

Tüm dünyada kırsaldan kente göç var, burada tersi. Çekli köyünden memnun, iş az da olsa, karnı doysun yeter, şehre gelmeye hiç niyeti yok. AB’ye de girdiler. O teşvik, bu teşvik derken bir 20 yıl daha köyden çıkarmı hiç, yan gel yat. Yok suçlamıyorum, belki onlar doğru yapıyor. Sonuç olarak çalışmak, doğaya aykırı bir eylem.

Mimari

Avrupa’da yaşamak isteyebileceğim iki şehir var. Biri Floransa, diğeri Prag. Orta ölçekli şehirleri seviyorum. Çok yalnız değilsin ama çok da üstüne gelmiyor şehir. Bir de şehrin mimari dokusu ruhunu gıdıklıyorsa, deme keyfine.

Ben de bilmezdim hiç Gotik veya Barok mimariyi. Viyana-Prag-Budapeşte-Venedik gezileri sizi bu ayrılmaz ikiliye (Gotik-Barok) bol bol doyurur. Benim de çok anladığımdan değil ama gide gele kulağımıza fısıldadılar. Barok stilde daha yuvarlak hatlar var, Gotik de ise çok keskin ve doğrusu biraz da ürkütücü. Kiliselerin çoğu Gotik. Bazı Katolik kiliseleri ise Barok. Kiliseler her ne kadar Tanrı’ya yaklaşılan yerler de olsa benim içimi bir ürperti kaplıyor. Çok soğuk. Tanrı, soğuk değil ki evleri soğuk olsun. Benim Tanrım sıcacık. Doğrusu bu ya, bu Gotik kiliseler beni korkutuyor.

Eski Şehir

Prag’ın kalbidir “Eski Şehir”. Zaten bir şehirde “Eski Şehir” diye adlandıracağınız bir bölge yoksa benim gözümde o şehir, benim şehrim değildir, aynı New York gibi. Adı üstünde New, yani yeni.

Eski Şehir’de bulunan “Gotik Lady Tyn Katedrali” ve Küçük Mahalle’de bulunan “Barok St. Nikolas Kilise”sini ziyaret ederseniz yukarıda bahsettiğim farkı rahatlıkla anlayabilirsiniz.

Eski Şehrin kalbi ise “Stromesaka Meydanı”. Prag’a gidip de bu meydana uğramayan yoktur diye düşünüyorum. Bu meydanda bana çok komik gelen bir olay var. O da “Astronomik Saat” (Prague Orloj). Turistler her saat başı bu meydanda toplaşıp, bu saatin çanıyla birlikte belirecek Hz. İsa’nın on iki havarisini görmek için heyecanlanıyorlar. Bu bana Cenevre’deki “Le Man Gölü” içindeki fıskıyeyi hatırlattı. İtalya’nın simgesinin Pisa Kulesi olmasını anlayabiliyorum, çünkü tarihi bir yer ve gerçekten bana ilginç geliyor. Ama sonradan yapılan bir fıskıyenin veya saat başı beliren on iki havari figürünün şehrin simgesi olması komik doğrusu.


Charles Köprüsü

Köprüleri severim, çünkü bana barışı anımsatır, sanki iki elin sıkışması gibidir. Bence dünyada en güzel köprü “Mostar”dır. Zaten Bosna’da bulunan Mostar şehri de bu köprüden ismini almıştır. Yerel dilde Mostar da köprü demektir. Konumuz Prag olduğu için dönelim Charles Köprüsü’ne. Bu köprü estetik olarak çok güzel. Ayrıca Prag’a da çok yakışmış. “Eski Kent” ile “Küçük Mahalle (Mala Strana)”yi birleştirir. Altından ise “Vltava” nehri geçer. Dönün bakın bir çok güzel şehre içinden nehir geçer. Nehir sudur. Su hayattır. Bu yüzden insanoğlu hep suyun yanına toplaşmıştır.

Charles Köprüsü’nün estetiği bence köprünün mimarisinden değil, esasen estetiği veren köprünün iki yakasında konuşlanmış kulelerden kaynaklanmaktadır. Biri “Eski Şehir” tarafında birisi de karşı da olmak üzere üç kule köprüye bambaşka bir hava katmıştır. Bence Praglılar üşenmeyip simetriyi tamamlamalı ve muazzam bir kule daha inşa etmeliler. Benim gibi simetri takıntısı insanları da bu sayede memnun etmiş olurlar. Kuleler şehri diye anılan ve yüz kadar kulesi olduğu söylenen Prag’da bizim hatırımız için bir kule daha dikilse çok mu olurdu.

Küçük Mahalle ve Kale

Turistlerin çoğu, kenti gezmeye kaleden başlarlar. Tüm dünya kaleleri gibi bu kalede tepenin üzerine kurulmuştur. Kaleden aşağıya doğru arnavut kaldırımlı sokaklardan yürüyerek ve merdivenlerden inerek Küçük Mahalle’ye ulaşıyorsunuz. Mahalle adı üzerinde o kadar küçük ki, 1770 yılına kadar evlere numara dahi verilmemiş. Her evin bir simgesi olmuş. O yüzden evlerin girişinde birbirinden ilginç armalar görüyorsunuz.

Karlovy Vary

Prag’a gitmişken Bechorovka’nın (tarçınlı likör) doğduğu memlekete gitmemek olmaz doğrusu. Kaplıcaları ile ünlü bir şehir, Atatürk bile gelmiş. Her ne kadar bu şehre günlük turlarla gelinse de bence biraz daha uzun kalınabilecek bir yer.


Cheskiy Kurumlof

İnsanın tüylerini ürperticek bir mimariye sahip bir şehir. Tepeden bakıldığında “bu şehir gerçek olamaz, burası film seti mi yoksa?” dedirtecek bir şehir. 14. Yüzyılda nasılsa aynı haliyle korunmuş, şahane bir dünya mirası.

Prag “makul” diye adlandırabileceğim insanların yaşadığı masalsı mimariye sahip, film seti kıvamında, çekici bir şehir. Bir gün yolunuz Prag’a düşerse, restoranlarda kötü servise kafanızı takmadan, öğünlerinizi milli içkileri olan Bechorovka ile şenlendirin. Şehri gezmekten yorulmuş bünyenizi meşhur “Pilsen” tipi biralarıyla besleyin.

Kadınlar bu şehre alış veriş bulamayacaklarını bilerek gelmeliler. En fazla onları çekecek “Thunn” marka porselenler olacaktır, gerisi antin kuntin. Bekar bir erkekseniz dünyanın en güzel kızlarıyla tanışın, ama unutmayın bu şehrin sokakları mimarisinden dolayı tuzaklarla doludur, “ben hiç aşık olmam” diyen en baba delikanlıyı aşık eder bu şehir. Tıpkı, karım Tada’ya bir kez daha bu şehirde aşık olduğum gibi…

Yağmurlar içindeydi Prag
Bir gölün dibinde gümüş kakmalı bir sandıktı
Kapağını açtım
İçinde genç bir kadın uyuyordu
Camdan kuşlar arasında