Senin baktığın yere gidiyorum, gözlerini kısarak.
Bir göğsükızıl, renklerini geçtiği yerlerde bırakıp gökyüzüne yükseliyor. Her teliyle ayrı değiyor havanın yumuşaklığına. Ilık mavi ışıyarak geçiyor yanından, bulutlar düşüyor yere. Şaşkın bakışları kanat uçlarından aşağı doğru uzanan koyu karaltının üzerinde geziyor. Göz ucuyla izliyor, yerde, hızla kayan gölgesini. Kayalıkların üzerinden geçiyor eğilerek, ayakkabı boyacısına değiyorken bir ucu, balık satıcısının tek gözünü karartıp arka mahallelere doğru yitiyor diğeri. Kanatlarını açıp dinleniyor uçarken. Gökyüzünde asılı bir tablo gibi bekliyor zamanı. Aşağıdan bakınca, düşmeden yıllarca durabilir gibi görünüyor gökyüzünde. İki erkek çocuk kavga ederken ağaçlıkta, aralarına sokuyor gölgesini, kılıç gibi keserek telleri, evlerin üzerinden aşağı. Ağaçların en üst dalınının kokusuna, minare ucu rengini ekleyerek geçiyor şehrin bin tane şehir üstünden. Taze ot kokusu getiriyor, is kokusu taze, denizin ötesinde. Kanatlarının altında çocuklar geziyor. O geçince, anneler çiçek takıyor çocukların yakasına.
Baharın en güzel günleriydi Ankara’da. Kızılay’dan meyva ile rakı alıp gelmiştik. Dikmen vadisine bakan yeni yapılmış sarı bir evdi. Girişten bir kat aşağı inilse de arka yandaki balkonu yerden en az iki metre yukarıdaydı. Bugün bile bekar evi denince benim aklıma orası gelir: Hem karanlık hem aydınlık, hem kalabalık hem tek başınalık, hem aradığını bulmak hem kendini yitirmek…
Az önce İlhan, meyvaları doğrayayım, kadehleri de alıp geleyim diyerek mutfağa gitti ancak on dakika geçmesine karşın bir türlü gelmedi. İlhanı’ı değil ama içkiyi merak edip mutfağa girdiğimde İlhan’ı elinde sona kalmış bir kaç meyvayı yerken buldum. Sol elinde sadece iki tane erik kalmıştı.
– Oğlum dalmışım yemeye, unuttum rakıyı da sizi de.
– İki kiloya yakın meyvayı on dakikada yemişsin.
– Söylenip durmayın oğlum, gider alırız. İki dal üzüm için iki kitap konuştunuz.
Oysa hepimiz biliyoruz ki, bu saatte ne açık bakkal bulabiliriz ne de manav. Çıkmadan önce “ben gelene kadar oyalanın” diyerek masaya getirdiği peyniri de, bu evdeki bütün eşyadan daha kıdemli gibi göründüğünden kimse yemeye yanaşmadı. İlhan kırılmasın diye, bu peynirin, rakının tadını bastıracağını bahane edip, giderken peyniri tabağı ile birlikte çöpe atmasını söyledik. İlhan, çöpe atarsak çöpü kokutur deyip, peyniri ağzına attı.
Saat geceyarısına yaklaşıyordu çıktığında. Çevrede bakkal olmadığı gibi cebinde para da yoktu İlhan’ın. Herkes bir saatten önce gelmez derken beş dakika geçmeden kapı çaldı.
– Oğlum, size bir sofra yapacağım, parmaklarınızı yiyeceksiniz.
O anda herkesin yüzünde bir ışık belirdi. Beklentiler gerçekleşmemişti. Gülme sesleri ile doldu sofra. Ta ki İlhan elinde iki tabakla içeri girinceye kadar.
– İlhan, bunlar ne, doğum günü mü kutlayacağız?
– Saçmalamayın oğlum, bugüne kadar pastayla rakı içtiniz mi de konuşuyorsunuz?
– Sen içtin mi?
– Ben bir keresinde bir kokteylde içmiştim, süper oluyor.
Pastaneden ay başında öderiz diye biri kestaneli, biri meyvalı iki tane pasta almış. Veresiye olduğu için ikisi de en büyük boy.
– Mideyi bozmayalım.
– Önce pastayı ağzınıza atar, sonra rakıyı içerseniz bir şey olmaz. Önce rakıyı içerseniz mideyi bozar.
İlhan, herkesi daha fazla sinirlendirmeye çalışıyormuş gibi, bilmiş bilmiş konuşuyor, anlamadığı konularda uzmanmışçasına yanıtlar veriyor, her yudumdan sonra şerefe diyerek sürekli kadehini havaya kaldırıyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse pasta ile rakının tadı çok güzel olmasa da sonuç herkesin tahmin ettiğinden daha iyiydi. İlhan bunu sezince dozu artırarak:
– Ben olmasam, fareler gibi ömür boyu peynir yerdiniz.
– Rakı mezesi şarküteriden değil, pastaneden alınır.
– Önümüzdeki hafta şarap getirin, ben de size keşkül yapayım.
gibi saçma sapan şeyler söylemeye başladı. Sürekli mutfaktaki yeteneklerinden söz ediyordu. Yemek yapımı ile ilgili verdiği ipuçları arasıra inandırıcı gibi gelse de art arda yemek tarifi dinlemekten masadaki herkese gına gelmişti. Tarifler ise hepimizin bildiğini sandığı yemekleri aslında bilmeden yapıp yediğimiz, bazı püf noktalarına dikkat edersek yemeğin daha lezzetli olacağı ile ilgiliydi.
İlhan, yemeğe konacak domatesin plastik rende ile rendelenmesi durumunda yemeğin lezzetsiz olacağı, işlemin mutlaka metal rende ile yapılması gerektiği, kaliteli havagazının yemeği düzgün pişireceği, küçük bıçakla kesilmiş bifteğin yavan olacağı ve buna benzer zırvalıkları sıralayıp duruyordu. Kendisi de dahil kimsenin neden sonuç ilişkisi kuramadığı bu ipuçlarından, sofradakiler iyice sıkılmıştı.
Sanki bu akşam herkes daha hızlı içiyordu. Pastalar neredeyse yarılanmış, ilk şişenin de dibi görünmüştü. Kısa süre geçmesine karşın benim de başım dönmeye başlamıştı. İlhan, sarhoş oldukça daha yüksek sesle ve makineli tüfek gibi konuşmayı sürdürüyordu.
Herkesin yanlış bildiği konuların başında çay demlemenin olduğunu söyledikten sonra, çay yaparken demliğin altta, çaydanlığın üstte olması gerektiği anlatmaya başladı. O zamana kadar sessizliğini koruyan Serhat, birden patladı:
– Siktir lan!
O anda İlhan’ın gözleri büyüdü. İlhan’ı tanımasak bu söze alındığını düşünecektik. Hepimize şaşkın şaşkın baktıktan sonra, tuvalete doğru koşmaya başladı. Banyo kapısının gıcırtısı, İlhan’ın kusma sesinden birkaç saniye sonra geldi.
Yarım saat sonra döndüğünde bizi suçlayan bir ifade ile evde garip bir koku olduğunu söyledi: Anasonlu pasta kokusu.
Şimdi tüm şehre dokunarak geçen göğsükızıl gibi, gözümün önünden geçti zaman. İlhan nerededir, utanır mı acaba anlatırken? İstemez belki. Yeniden yapsak, eski tadında olur mu İlhan’ın anasonlu pastası?
Belki bu yüzden gözlerimiz arkamızda. Yenisi olmayan anılar, duygular, insanlar. Bazen pusulasını bile yitiriyor insan, şaşırıyor ne yana bakacağını.
Ben o yüzden sadece senin, gözlerini kısarak geldiğin yere bakıyorum.