Gözüm denizde, kıyıyolu boyunca yürüyorum. Bir denizin büyüklüğünü derinlerine bakarak, üstündeki sandalları sayarak ya da kıyıdan seyrederek fark edemezsiniz. Tıpkı ormanlar gibi. Ancak kokusundan anlaşılır bir ormanın yüzölçümü.
Sokak lambalarının ışığı, kaldırım kenarında biriken suyun üzerinden akarak, yokuşun sonundaki mazgala dökülüyor. Dipsiz bir kuyuda ne yapar ki solgun ışık. Kıyıyolundan merkeze doğru ara sokaklardan geçiyorum. Otobüs durağının yanındaki biletçinin soluğundan yükselen buğu, üstü kalın naylonla kaplı, yeşil brandasına vuran yağmur damlalarına karışıyor. Tonlarca ağırlık var üzerimde.
Hızını artıran yağmurdan korunmak için, yola bitişik dükkânları olan, çıkma katlı apartmanlardan birisinin altına giriyorum. Antikacının açık kapısının önünde iki kişi, konuşmaları arasında uzun duraklar vererek bir konu üzerinde tartışıyor. Sağanak dinene kadar burada oyalanırım diye geçiriyorum aklımdan. Vitrinin sol üst kısmında, üstünde altın renkli kabartma deseni olan, havı dökülmüş kırmızı kadife örtü ile onun üzerinde duran zümrüt yeşili bir mukavva kutu var. Kutunun üstünde küçük bir kiliti, önünde de birbirine gümüş telden halka ile tutturulmuş iki tane anahtarı…
– Yirmi metre ilerideydi ama kapandı artık. Hani bakkal yok mu ileride, onun bitişiğindeydi işte. Karısı başkasıyla kaçınca. Dört yıl önceydi. Kapadı gitti dükkânını.
– Yeni mi kapattı?
– Birazcık oluyor…
Düşünüyorum. Neden, dükkânın dört yıl önce kapandığını söylemiyor? Adamın sokaklara düştüğünü, geçen yıl ocak ayında tren garının bahçesinde donduğunu anlatmıyor? Dükkân bu, işler kötü gidince kapanabilir. Ama kış günü soğuktan dondun mu, hele katılaşmış bedenini yerin yüz santim altına gömdüler mi, dükkânın üç yüz altmış beş gün açık olsa ne yazar…
– Sizde telefonu var mı?
– Ben telefon kullanmıyorum. Prensip olaraktan.
Adam bunu yokluktan değil de felsefi bir seçim dolayısıyla ya da yaşama bakışının doğal bir sonucuymuş gibi gerinerek söylüyor.
– Anlıyorum da ben sizin değil, ayakkabı tamircisinin telefonunu istemiştim.
– Telefon kullanmadığımdan dolayı başkalarının numaralarını da saklamıyorum. Ama aşağıki sokakta yeni bir ayakkabıcı açıldı. Pençe, topuk, dikiş, yama her tür onarımı, uygun fiyata yapıyorlar. Hem dışarıdan gördüğüm kadarıyla telefonları da var.
Kadının sesi titriyor, sanki sorduğu her sorudan sonra, kafasında pusuya yatmış o yanıtı almayı bekliyor. Karşısındaki ise hala pençe tamiri ile topuk değişiminin incelikleri hakkında konuşup telefondan söz açıyor.
– Eskiden ayakkabının altı delinince ya da derisi yırtılınca dikiş atılırdı. Kadınlar, modası geçen ayakkabılarının topuklarını değiştirmeye gelirlerdi. Ancak son yıllarda işleri bozulmuştu. Herkes yırtılan ayakkabısını çöpe atıp, yeni bir çift almaya başlayınca o da tamirci dükkânında sadece ayakkabı boyamaya başlamıştı.
Kadın iyice sıkılıyor. Düşünüyormuş gibi başını havaya kaldırıp, tarifini aldığı yeni tamirciye gitmek üzere arkasını dönüp ilerliyor.
Birkaç adım izledikten sonra arkasından yetişip soruyorum:
– Hanımefendi, size yardımcı olabilir miyim?
– Sanmam. Burada on beş yıldır çalışan bir ayakkabı tamircisi vardı. Onu görmeye geldim ancak dükkânını kapatmış.
Orta yaşlı, bakımlı bir kadın. Geniş omuzları ve yapılı bedenini taşıyan uzunca bacakları ile insanlara biraz yukarıdan bakıyor. Titreyen sesine bakınca duymak istemediği şeyi içten içe biliyor gibi. İşi uzatmadan konuyu asıl olması gerektiği yere taşımaya karar veriyorum.
– Siz nesi oluyorsunuz?
Sesindeki titreme biraz diniyor, başı öne eğiliyor. Şu anda söyleyeceğim her şeyi olduğu gibi kabullenecek bir hali var.
– Ben kızıyım.
Sesinde yorgun bir güvercin kanat çırpıyor: Ak kuyruk telekleri, şaşkın bakışları, kanatlarından boynuna uzanan kurşuni tüyleri ile kepezli bir gümüşkuyruk.
– Bir kızı olduğunu bilmiyordum.
– Artık biliyorsunuz.
Gözlerini kaldırdı. Az önce sesini kuşatan duygulardan artık eser yok. Savcı sandalyesinden kalkıp, sanığın çevresinde yürür gibi geziyor bakışları üzerimde. Bu ânı kendim hazırladım ancak karşımdaki insan, gözlerimin içine bakarken, “Baban öldü” diyemem ki. “Yardımcı olabilir miyim?” diyerek yanına gittiğim kişiye yalan da söyleyemem.
– Babanız dört yıl önce gitti bu mahalleden. Yaklaşık iki yıl öncesine kadar haftada bir gün gelirdi buralara. Duyduğum kadarı ile gara yakın bir yerde kalıyormuş. Son geldiğinde sokak köpeklerini severken gördüm onu, sırayla kazağının içine soktu tüm yavruları. Ondan sonra ne buraya uğradı, ne de bir haber alabildik kendisinden. Ocak ayıydı, çok soğuktu. Bir hafta kesintisiz kar yağdı Haydarpaşa’ya.
Başı biraz daha eğildi. Saate baktım, acelem varmış gibi. Artık o da çekip gitsin istiyorum. On beş yıldır neredeyse dönsün oraya gitsin. Ancak gözlerini üzerimde gezdirmeyi sürdürüyor, yuvasını arayan bir şatırkuş gibi dönüyor tepemde bakışları. Ansızın elimi tutuyor. Bunun anlamını biliyorum. Artık sözü dolaştırmadan ona gerçeği söylememi istiyor:
– Sizce onu aramalı mıyım?
Yol üzerinde konuştuğumuzdan iyice ıslanıyoruz. Saçlarından aşağı süzülen yağmur damlaları kirpiklerine dokunup kaldırım taşlarına düşüyor. Yoldan geçen arabalar hizamıza gelince yavaşlayıp bize bakıyorlar. Elim hâlâ elinde. Antikacının yanındaki kafede çay içmeyi öneriyorum. Usulca başını sallıyor.
– Bana sorarsanız aramaktan vazgeçmemelisiniz, hatta bulsanız bile. Ben buraları avucumun içi gibi bilirim, belki birlikte ararsak daha kolay buluruz…