Çocukluğumdan beri konusu Amerika’da geçen bir film gördüğümde hep orada bulunmaya, hayal dünyamın sınırlarını biraz zorladığımda da oraya yaşamaya özlem duyardım. Bana en uygun yer sanki orası idi… Nedenini bilemiyordum ama sanki dünya üzerinde en mutlu olacağım yer Amerika idi. Sonunda çocukluğumdan beri gördüğüm rüya gerçek oluyordu. Amerika’ya gidiyorduk…
Programımızı aylar öncesinden yapmıştık. Orada yaşamış arkadaşlardan bilgiler alındı, piyasadaki ‘guide book’lar toplandı, sınava çalışır gibi hazırlanıldı. Notlar alındı, günlük aktiviteler sanal ortamda sıralandı, her birine ayrılacak süreler itinayla hesaplandı. Otel rezervasyonları yapıldı, hangi yemeğin hangi restoranda yenmesi gerektiği tartışıldı. Dev valizler hazırlanıp oğlumuz Efecan için acil durumlarda kullanılması gereken PSP, Game Boy, boyama kitapları gibi oyalayıcı techizata kadar her şey bavullara yerleştirildi.
Programda önce eğlence, sonra dinlenme ve en son da büyük şehir gezisi vardı. Evet, işte başlıyordu…
Orlando – Eğlencenin Başkenti
Orlando’daki otelimize ulaştığımızda, yaklaşık olarak 20 saat yolculuk yapmamızın yorgunluğuyla bir kaç saat uyuduk. Sabah, masif mobilyalar ve bordo kadifelerle döşenmiş loş kahvaltı salonunda, Florida’nın ünlü portakallarının suyu eşliğinde, Amerikan usulü kahvaltımızı yaptık.
Orlando havaalanından kiraladığımız cipimizle, Disney World’e doğru yola çıktığımızda, saat 09.00 civarıydı. Otelimizin bulunduğu International Drive’ı gündüz gözüyle görmek çok farklıydı. Gece, o yorgunlukla International Drive’a gelirken yan yatmış bir bina ile tamamen tepetaklak dönmüş bir bina gördüğümüzü hatırlıyorduk ama Ağustos güneşinde bu ışıl ışıl parlayan binalar gece ışıklandırılmış hallerinden çok daha güzel görünüyorlardı.
Disney World’e geldiğimizde, uçsuz bucaksızmış gibi görünen otoparklardan birinde arabamızı parkedip, otoparkın önünde bekleyen troleybüse kendimizi attık. Anonsta, neşe dolu bir ses, bize bambaşka bir dünyaya geldiğimizi müjdeliyor, arabamızı bıraktığımız parkın yerini unutursak arabamızı bir daha kolay kolay bulamayabileceğimiz konusunda da bizi uyarmayı ihmal etmiyordu. ‘Pluto’ adı verilmiş otoparkta bulunduğumuzu sık sık söyleyerek de beynimize kazıyordu. Bu uyarının önemini, akşam parkı terkederken anlayacaktık.
Orlando’daki temalı parklardan yalnızca birine, günde yaklaşık 100.000 ziyaretçi geldiğini öğrendik. İlginç olan, o 100.000 ziyaretçinin her birinin farklı ülkelerden, farklı kültürlerden gelmiş farklı yaşlarda, farklı sosyo-ekonomik seviyelerde, farklı görünüşlerde birbirinden çok çok farklı insanlar olmalarına rağmen, orada en küçük bir kural ihlali, en küçük bir karışıklık, kişiler arasında en küçük bir anlaşmazlık veya tartışma yaşanmaması, herkesin ahenkli bir şekilde, birbirini rahatsız etmeden eğlenmesiydi.
Böylesine kalabalık ve kozmopolit bir yerde yürürken hiç mi birine çarpmaz insan, hiç mi birinin ayağına yanlışlıkla basmaz?..Çantam, cüzdanım çalınır diye hiç mi endişelenmez?… bu nasıl bir emniyet hissidir? Amerikalılar bu düzeni nasıl sağlamışlar?
İşte marifet, böylesine gösterişli ve pahalı eğlence parkları yaratmaktan çok, oranın sekteye uğramayan kusursuz düzenini devam ettirebilmek ve oraya gelen insanların kendilerini rahat ve güvende hissetmelerini sağlayabilmektedir. İşte Amerika bunu başarmış.
İnsanın böyle ‘uygar’ bir ortamda olması, aslında onun bambaşka biri olduğunu farketmesini sağlıyor. Gözgöze geldiğiniz her insanın size tebessüm etmesi, bazen bir saatten uzun süre beklemeniz gereken kuyruklarda hatırınızı, nereden geldiğinizi soran insanlarla sohbet etmek, tertemiz bir ortamda güvenle ve umarsızca dolaşabilmek, sizin aslında o İstanbul’daki asık suratlı, gergin, şüpheci, aceleci ve huysuz insan olmadığınızı, yaşadığınız şehrin ve koşulların sizi o hale getirdiğini, içinizde aslında mütebessim, yaşamın her anından keyif alan, sakin, ılımlı, olumlu biri yaşadığını hayretle fark etmenizi sağlıyor.
Tabii ki orası sahte bir dünya… Ama olsun! Kendi içinize bakıp, varlığından haberdar olmadığınız yönlerinizi keşfetmek, içinizdeki diğer ‘siz’le tanışmak, uzakdoğu felsefelerindeki o yaşamla bir düşmanmış gibi mücadele etmekten vazgeçip, onu tadını çıkararak yaşamayı keşfetmek harika bir tecrübe…
Sahte dünyanın güzellikleri, ertesi gün ‘Adventure Island’da, sonraki gün ‘Universal Studios’da devam etti. Her iki temalı park da, -Disney World kadar olmasa da- kalabalıktı ancak aynı düzen ve ahenk bu parklarda da kusursuz bir biçimde işlemekteydi.
Bir nehrin azgın dalgaları ile, altınızdaki ahşap botla her an alabora oluverecekmişsiniz gibi boğuşmak, ya da 20 metre yükseklikten hızla suya çakılmak, dev “roller coaster”larla benzerini kolay kolay yaşayamayacağınız, yüreğinizi ağzınıza getirecek kadar hızlı yolculuklar yapmak gibi niyetleriniz varsa, Adventure Island’a mutlaka bir gün ayırmalısınız. Böyle bir günü Ağustos ayının 50 santigrat dereceyi geçen sıcağında yapan biri olarak söylüyorum; buna değer…
Amerikalı sıcağa da çare düşünmüş, tüm parkı, soğuk su ve soğuk buhar üfleyen dev pervanelerle kaplamış. Sıcaklayınca duruveriyorsunuz bu pervanelerden birinin altında, 10 saniyede ‘fresh’ oluveriyorsunuz. Hızınızı kesmeden soğuk içecekler, yiyecekler alabileceğiniz büfeler de adım başı var. O dev parklarda, o Florida sıcağında, hiç yorgunluk hissetmeden tazı gibi dolaşabiliyorsunuz, hayret…
Universal Studios ise ayrı bir cennet. Filmlerde gördüğünüz pek çok yerin aslı ya da maketi burada var. Her sokak ayrı bir şehri anlatıyor. New York, Hollywood, San Francisco. Her anı sürprizlerle dolu olan bu parka da bir tam gün ucu ucuna yetiyor. 3 hatta 4 boyutlu filmler izlemek, aniden karşınıza çıkıveren Blues Brothers’dan bir konser dinlemek, ‘Godfather’ filminin çekildiği mekan olan ‘Louis’ Pizza’ da yemek yemek, film hilelerini işin erbabından öğreneceğiniz heyecanlı bir gösteri izlemek, gerçek film setlerinde gerçek bir film çekimine tanıklık etmek, “Back to the Future”da, zaman makimasının içinde önce geçmişe gidip zar zor geleceğe tekrar dönmek, “Men in Black”de Will Smith ile birlikte uzaylıları avlamak gibi sık sık yaşama olanağı bulamayacağınız deneyimler edinmek için bu park ideal…
Sea World, bundan önce anlattığımız parklardan farklı. Burası yalnızca eğlence amacı ile kurulmuş bir park değil. Burada doğanın korunması, nesli tükenmek üzere olan bazı hayvanların korumaya alınması, hasta hayvanların iyileştirilmesi ve rehabilite edilmesi gibi misyonlar üstlenilmiş, ziyaretçileri de bu konularda bilinçlendirme çalışmaları yapılmış ve yapılmakta. Bu parkta, bir yunusu ellerinizle besleyebiliyor, onu okşayabiliyor, hatta paranıza kıyarsanız hatırı sayılır bir ücret karşılığında onunla yüzebiliyorsunuz.
Orijinal doğal ortamlarında, kutup ayılarını, fokları, penguenleri, dev su kaplumbağalarını izleyebiliyor, dev bir akvaryumu andıran, her tarafında köpekbalıklarının dolaştığı bir restoranda adını bile duymadığınız deniz ürünlerinin tadına bakabiliyor, balinaların ve yunusların insanlarla yaptıkları heyecanlı gösterilerini izleyebiliyor, -bu gösterileri izlerken sırılsıklam ıslanabiliyor-, gerçek ‘Fear Factor’de yarışabiliyorsunuz.
Tam gezinin ortasında, aniden başlayan, o meşhur Florida yağmurlarından birine yakalanabiliyor, iliklerinize kadar ıslanabilmenin, ama öyle bir yağmurda, ve öyle bir doğal ortamda bile tek damla çamura rastlamamanın, tek bir rögar kapağının bile tıkanmadığını görmenin şaşkınlığını yaşayabilir, bizim yaptığımız gibi çıplak ayakla yağmurun altında deli gibi koşabilir, daha önce hiç atmadığınız kadar neşeli kahkahalar atabilir ve bu eşsiz anıyı yaşamınızın sonuna kadar hafızanızdaki anı defterinizde tutabilirsiniz.
Süper güç Amerika, satış ve pazarlama konusunda da olağanüstü!… Bir çizgi film kahramanının sırtından ne kadar para kazanılabilir ki?… Cevap: Milyarlarca dolar!…
Her parkın resmi bir maskotu, bir de yan karakterleri var. Bunların oyuncakları, aksesuarları, kupaları, çanak çömlekleri, t-shirtleri, şapkaları, CD’leri, kitapları, ve Amerikalılar dışında kimsenin aklına gelmeyecek türlü çeşit ıvır zıvırları var. ‘Hiç bir şey almam’ deseniz de, park çıkışında sizin de elinizde, diğer onbinlerce ziyaretçinin de olduğu gibi pek çok alışveriş paketi oluyor. Yalnızca bir günlük bir ziyarette, bu objelere o kadar çok anı ve anlam yüklenebiliyor ki, insan aldığı hiçbir şey için pişman olmuyor.
International Drive’da oyun parklarına gitmediğiniz zamanlarda da keyif alabileceğiniz pek çok aktivite var. Halk arasında ‘I Drive’ denilen bu cadde pek çok otel, restoran, mini golf sahası, sinema salonları ve “outlet” mağazalarının olduğu bir yer.
Burada en ilgi çekici yapı, karikatürist, gezgin, araştırmacı sıfatlarına daha pek çoğunu ekleyebileceğiniz, enteresan bir adam olan Robert Ripley’in, ‘Ripley’s Believe it or Not’ denen, ve ciddi şekilde yamuk duran binası. Gezilerinden topladığı tuhaf objeleri sergilediği bu yapının içinde, üzerinde ayakta bile duramayacağınız kadar yamuk bir oda var. O odada da bir bilardo masası var ama bilardo masası düz, masadaki toplar da hareketsiz duruyor. Bir de tabanı düz, silindir biçiminde bir oda var. Orada da duvarlar sürekli hareket ettiği için düz duramıyorsunuz. Değişik dikkat oyunları, zeka ölçümlerinde sorulan bazı sorular, dünyanın en uzun boylu ya da en şişman adamı, tek gözlü doğmuş köpek, boynuzlu adam gibi şeyler ilginizi çekiyorsa, 1 saatlik bir Ripley Müzesi turu yapılabilir.
Dünyanın en ünlü markalarının seri sonu ürünlerini ucuza alabileceğiniz “Outlet” mağazalarına da bir uğramakta fayda var. Bazı insanlar her yıl sadece bu mağazalardan alışveriş yapmak için Amerika’ya geliyorlarmış.
Orlando’ya gelen pek çok turist, temalı parkları ve International Drive’ı görür ve Orlando şehir merkezine uğramadan oradan ayrılır demişlerdi, doğruymuş… Kuzeylilerin kış aylarını geçirmek için kurdukları, görmeyi çok istediğim, Orlando’nun lüks semti Winter Park’ı bir sonraki Amerika seyahatimize bırakarak, Orlando’dan ayrılıyoruz.
Space Center – Gerçekleşen Hayaller
Orlando’dan 1 saat doğuya yol alıyoruz.
11 Temmuz 1969’da, dünyadaki pek çok insan için sadece bir fantezi olan, aya insan gönderilmesi hayalinin gerçeğe dönüştüğü yer olan Kennedy Space Center, insanoğlunun azminin önünde hiç bir gücün duramayacağını iliklerinize kadar hissettiğiniz garip bir yer. Bu azmi hayal edenlerin başında gelen Amerika Başkanlarından John F. Kennedy’nin ismi verilmiş bu merkeze. Öyle ya, hep hayalciler öldürülmüştür.
Burasını, sanki bir mesire imiş gibi turistlere gezdirmeleri, 20. yüzyılın 2. yarısına kadar yalnızca bir hayal olan uzaya gitme fikrinin sanki sıradan bir şeymiş ve her gün yapılıyormuş gibi anlatılması, o kocaman ‘fırlatma rampaları’nın yanında turistleri dolaştırıp, bir de bütün bunların şapkalarını, maskotlarını, bardaklarını satmak, aydan gelen çakıltaşı büyüklüğündeki bir taşın yanında yemek yediğin için hesaba ‘aytaşı yanında yemek yeme bedeli’ eklenmesi gibi dahilikler tam Amerikan işi. Burada dolaşırken niye bir ses bana hep ‘eller aya biz yaya’ deyip durdu, bilemiyorum. İşte bu yüzden burayı tanımlarken ‘garip’ sözcüğünü seçtim…
II. bölümde eşim Ercan ve oğlum Efecan ile birlikte güneye yönelip “Cocoa Beach” de okyanus dalgalarıyla boğuşacağız. İstikamet daha da güneye; Miami’ye aşık olacağız. İstikamet daha da güneye; “Florida Keys” diye anılan adacıkların en ucunda “Key West”e ulaşıp 90 mil açığımızdaki Küba’ya el sallayacağız. Amerika’nın en güney noktasından hayaller şehrine New York’a uçacağız. Frank Sinatra’nın o meşhur şarkısı “New York, New York” u çekirdek aile olarak koro şeklinde söyleyeceğiz.