Kuru yaprak var eteğinde, bir yıldır biriktirdiğin. Sesin duru. Deniz kıyısında küçük bir kasabada yaşadığımız için. Bağırmasan da duyuyorum her tonunu. Uzaklaştıkça berraklaşıyor, Hem sesin, hem görüntün. Taşlı yolun sonundaki taraçanın altına çarpıp, denizden gelen rüzgâra karışıyor. Sarıçiçekli bir rezene dalı.
En koyu çayı sen içersin. Senin hakkın: Avucunun içi gibi bilirsin, baharda badem kokan koyları. Elbette, bol şekerli. İki elinin avuçlarını ısıtıp dudaklarını ıslatan küçük bardaklar içinde. Çocukluğunda saçların uzundu. Balıkçıların kahvesinde, sarıkız diye çağırırlardı seni. Dere yatağından topladıklarınla yol kenarından kopardığın taze çiçekleri derip elinde rengârenk demetlerle girerdin kahveden içeri. Kahveci seni biraz kızdırır, sonra, birkaç bardak çay karşılığında bir demet çiçek alıp alamayacağını sorardı. Oysa kahvedeki herkesin, aylardır süren bu alışverişten haberi var. Saat kaçta içeri gireceğin, hangi masaya kurulacağın, nasıl selam vereceğin herkesin ezberinde. Gene de üzerinizde, ilk kez karşılaşmış, hazırlıksız konuşuyormuş gibi bir hal olurdu. Sanki elinde çiçeklerle içeri girdiğinde, niyetinin çay içmek olduğunu bilmeyen bir kahveci bir de sen vardın. İşte alt dudağın dışarı kıvrıldı. Artık, kahvecinin teklifini düşünmüş gibi yapıp, demli bir çay karşılığında işi tatlıya bağlayacaksın. Ne yapalım, burası küçük bir yer, tüm yaşadıklarımız, başkalarının tahminlerini doğrulamaktan öteye gitmiyor. Sen kahveden çıkar çıkmaz, çiçekler unutulur, konu, baban olacak herifin bütün gün evde pineklediğine gelirdi. Peki, babandan söz etmeyelim. Sayende, daha on bir yaşındayken bütün çiçeklerin adlarını öğrenmiştim. Annenin öldüğü kışı izleyen bahardı. Şehirden aldığın fideleri yol kenarına diktin. Yaza doğru tüm sokaklar renklendi, en yaşlıların bile bilmediği çiçek kokuları sardı kasabayı ama çiçeklerin adları da karışmaya başladı. Aslında ben, bazılarına senin ad verdiğinden kuşkulanıyorum ya neyse. Geçenlerde, şehirdeki bir çiçekçiden birkaç tane ‘mavi hüzme’ istediğimde, adam garip garip yüzüme baktı. Birkaç kez yinelememe karşın anlamayınca, adama, elimle göstermek zorunda kaldım. Doğru, şehirdekiler çoğunlukla sarhoş, boru çiçeği ile begonyayı bile karıştırıyorlar ama bizim kasabadaki çiçek adlarını da dışarıdan gelip de önceden bilen bir Allahın kulu yok. Dediğin gibi beni ilgilendirmez, aynı çiçeğin başka adları da olabilir. Sonuçta, kahvedeki işlemeli cam vazonun içinde duran, aynı çiçek olduktan sonra… Bir de alışkanlık var. Bu saatten sonra doğrusu da olsa her ad bize yabancı gelecek.
Geçen Perşembe, sol taraftan kıyıya doğru uzanan, -eski gemi yatağı- şimdilerde halk plajı olarak kullanılan koyda toplandık. Herkes tamam olunca, ufka dönük gözlerini indirip ayağa kalktın. Saat, gece yarısını biraz geçmişti. Topladığın yaprakları gölgeliğin yanına yığıp, ince dallar alta, kalınları üste gelecek biçimde düzdün. Elin cebinde, kıpır kıpır. Bir kibrit çöpü çıkardın sonra, cebindeki kibrit kutusundan. En güzel kokular yanık kokularıdır, köz, duman ve küle karışmış, büyük bir ziyafet ateşinin ortasında. Söylediğin yerde toplandık işte. Parmaklarının ucu, kavlanmış kuru dalların çatkısını tutuşturacak az sonra. Sustuk. Çıtırdayarak büyüsün diye ateş. Yalım yalım kızarsın yüzümüzde, göğe ağan sıcaklık. Dakikalarca bekledik. Belki de saatler geçti. Arkanı döndün, hava ağarıyor dedin, hava ağardığı için büyümüyor ateş. Sonra yüzünü bana çevirdin. Herkesin gözü üzerinde olduğu için. Bana baktı herkes. Kızgınlığımı olabildiğince bastırıp, en sakin halimle konuştum:
“Ateşin büyümesi için karanlık değil, daha fazla kuru yaprak, daha çok odun gerekir.”
Gülüşün ırmak. Başka gezegenlerdeki dağlarda kaynayıp, haritalarda bile görünmeyecek kadar derinden akan. Sabahı turkuaz yeşiline, öğleni camgöbeğine, akşamları çivit mavisine çeviren. Günün her vaktini, bir öncekinden farklı denizlere akıtan. Kitap sayfalarını, koltuk örtülerini, ağaç kovuklarını ıslatıp, dağları denize, maviyi yeşile, hüzünlü ezgileri neşeli akorlara bağlayan tahta bir köprü, gülüşün.
Başkaları da karıştı söze:
“Belki, büyüktü ateş, ama biz daha fazlasını beklediğimiz için, bize küçük göründü.”
“Anlatılan ile yaşananın çelişkisidir bu. Her zaman anlatılan, yaşanandan daha görkemli olur. Yarın okuldaki çocuklar bir araya toplansın, göreceksiniz ateşin ne kadar büyüyeceğini.”
Her boku da bilirsiniz zaten. Saatlerdir, iki odun parçasının önünde bekleşirken, sesiniz çıkmıyordu ama. Sesinizi kesmiş, evlerin boyunu aşacak kızıllığa çevirmiştiniz gözünüzü. Gün doğarken, “Bu ateş büyümez, hem birazdan da kıçımız donacak” diyen yoktu. Oysa baştan belliydi bu meret. Eline iki dal alan gelmiş…
Seni düş kırıklığına uğrattık. Gene de suçu bize değil, doğan güne buldun. Yanımdasın artık. Tüm sıcaklığınla. Gözlerindeki umutsuzluk yerini yavaşça, şakacı bir parıltıya bırakıyor. Üzülme diyorsun, gün doğdu, az sonra şarap içme vakti gelecek…
Karanlık ateşi değil, yalımı büyütür…