Psikoz. Yani ruh hastalığı. İyileşme çok uzun sürüyor. Hatta kimi zaman semptomlar tamamen ortadan kalkmıyor. Ölene dek mağduriyet. Kimi zaman tek çare ölüm. Gecikmeli ya da gecikmesiz. Daha da kötüsü şizofrenide gözlemlendiği gibi hastalığın genlerle sonraki nesillere aktarılması da söz konusu.
Ruh hastalıklarının en kötüsü kişilere değil toplumlara bulaşanı. Hasta kişinin ölmesi yetmiyor. Bir kaç neslin tükenmesi, olanı biteni unutması gerekiyor. Otuz, kırk yıl, yarım yüzyıl ancak yetiyor.
1960 seneleri. Avrupa savaştan çıkalı henüz yirmi yıl olmuş olmamış. Avustralyalı bir turist İngiliz plakalı bir araçla Kıta Avrupasında seyahat etme gafletinde bulunuyor. Her adımında plakayı gören polisin Hollandalısı, Almanı sürekli arabayı kenara çekiyor. “Ne işin var senin bu topraklarda?” der gibi. Araç sahibi pasaportunu gösteriyor, polisin yüzüne gülümseme geliyor. “Buyurun, geçin” diyor. “Çok şükür Avustralyalıyım” diye avunan turist, aracın arkasına AUS harflerinden oluşan ülke kodu çıkartması yapıştırıyor. Ama nafile. Bu sefer onu Avusturyalı sanan polislerin gazabına uğruyor. Hitler’in anayurdundan birinin bu topraklarda işi ne?
Savaş sonrası onca ruh hastasının arasından aklıselim birkaçı duruma çözüm arıyor. Avrupa Demir ve Çelik Birliği fikri ortaya atılıyor. Devamını anlatmaya lüzum yok. Gümrük birliği, serbest dolaşım, para birliği derken olay dönüp dolaşıp siyasi birliğe dayanıyor. Türkiye o dönemlerde NATO’su, Birleşmiş Milletlerisi, Dünya Bankasısı, Uluslararası Para Fonusu, Avrupa Konseyisi, Fifası, önüne gelen her uluslararası birliğin bir parçası olmayı adet edindiği için bir başvuru da AB’ye sallanıyor. Yirmi, otuz, kırk sene geçiyor. Ses seda yok. Avrupalı Türkiye’ye “Sen pek Avrupalı değilsin ama dur bir düşünelim” diyor. Bunu içine sindiremeyen Türkiye bir psikoza giriyor.
Bir buçuk yıllık aradan sonra yurdu ziyaret ediyorum. Gazeteler televizyonlar, herkes Avrupa Birliğine tam üyelik sorununu bir milli mesele değil ulusal bir ruh hastalığı haline getirmiş. Uyum yasalarıydı, yeni başvuru süreciydi, gözden geçirmesiydi dönüp dolaşıp aynı laflar dillere pelesenk ediliyor.
ABD’nin yarım asırlık komünizm psikozundan farksız.
İsrail’in Müslüman, Filistin’in İsrail psikozundan farksız.
Bosna’nın Sırp, Sırbın Kosovalı psikozundan farksız.
Birilerinin sürekli sizi takip ettiğini, size zarar vereceğini sanıyorsunuz. Kendinden farklı olandan korkmak.
Yunanistan’ın Türkiye psikozundan farksız. Şanlı bir medeniyet beşiğinin şimdiki mensupları her an her dakika, Türkiye’ye patlamaya hazır bir bomba gözüyle bakıyor.
AB bir psikozda, biz ayrı psikozda. Onlar kapıları açınca, yetmiş milyon Türk ortalığı talan edecek korkusuyla yasıyor.
Türkiye’nin ruhsal bunalımı başka tür psikoz. Reddedilmenin verdiği depresyon; ruhsal çöküntü. İllaki de olacak. Olmazsa olmaz. Türkiye “Ben Avrupalıyım” diyor başka bir şey demiyor.
Yoksa saplantı mı? Toplumsal obsesyon. Galiba bu daha olası bir teşhis. Bir saplantıya takılmış kalmışız, başka bir şey düşünmüyoruz. Nasıl oluyor da Çeki, Bulgarı, Romeni, komünizm sonrası ekonomik çöküntünün enkazını hala temizleyememiş tüm ülkeler AB’ye yeni katılacaklar listesine alınıyor da biz alınmıyoruz?
Yoksa evde kalmışlık sendromu mu? Bu daha da olası bir teşhis gibi görünüyor. Platonik aşk yaşıyoruz AB’yle. Biz dağa küsmüş tavşan misali. Dağ gibi Avrupa’nın ruhu duymuyor.
Çözüm ne? Tek kelimeyle “Demokrasi”. Hayır Türkiye’de olmadığı iddia edileni değil. Avrupa Birliği’nde olduğu sanılan ama aslında olmayan “demokrasi”.
Demokrasiler evet/hayır oylarıyla yürür. Çekimser oylarla değil. Avrupa kırk yıldır Türkiye hususunda çekimser oy kullanıyor.
“Hayır arkadaş giremezsin” demiyor.
“Evet, hoş geldin” de demiyor.
Sadece “Sıranı bekle” diyor.
Türkiye gelin adayı misali, müstakbel kocasını bekliyor. Ama damat adayları komşu kızlarla ilgileniyor.
Türkiye, tren yolcusu misali bekliyor. Ama AB treni sadece belli istasyonlara uğrayan ekspres. Güzergahta Bükreş, Prag, Sofya var, Ankara yok. Ama Türkiye hala Ankara istasyonunda bekliyor. Arada bir de “Acaba Lefkoşe istasyonunu mu denesem?” diye soruyor. Sonra kafası karışıp tekrar görücü odasına geri dönüyor. Bol köpüklü kahveler, kabarmaya hazır cezvelerde bekliyor. El emeği göz nuru, narin ince işlemeli çeyizler, sandıkta bekliyor. Ama kapıyı çalan yok.
Çok beklersin Türkiye, beklemeye devam et. Hatan AB’ye girememiş olmanda değil, hala girecek olduğunu sanmanda.
Biz ekonomik ve sosyal sorunlarımıza çözüm gelsin diye başvurduğumuz AB doktorundan tıbbi çözüm beklerken başka bir hastalığa yakalanıyoruz. Dedik ya bu ruh hastalığı.
Teşhis için başvurduğumuz doktor ruh hastalıkları uzmanı değil. Tedavi yöntemleri de tuhaf. Ekonomini düzelt (beslenmene dikkat et), nüfusunu fazla büyütme (aile planlaması yap), insan haklarına saygı göster (ya peki siz?).
İyi de bu reçeteler para gerektiriyor. O da bizde yok.
AB’ye girelim ki, kaynak gelsin ekonomi düzelsin istiyoruz. AB’ye girelim ki, hızla yaşlanan kıta Avrupasının patlamaya hazır sosyal güvenlik ödeme problemlerine panzehir olalım istiyoruz. Yok.
Üretimin lokomotifi olalım istiyoruz. O da yok.
Türkiye Avrupa’nın Floridası olsun istiyoruz. Yaşlananı emeklilik sonrası gelsin ucuz Türkiye’ye yerleşsin istiyoruz. Yok.
Üretken ve atılımcı Türkü Avrupa’ya gitsin. O hele hiç yok.
Hele insan hakları bahanesini anlamak mümkün değil. AB bizi içeri almamakla, acaba kırk yıldır umutla bekleyen Türk insanının haklarına ne kadar saygı gösteriyor?
Üstüne üstlük AB başka doktora gitmemizi de istemiyor. Nihai kararı vermemekle, hep çekimser oy kullanmakla, Türkiye’nin alternatif tıbbi müdahalelere başvurmasına bile izin vermiyor.
Bu doktordan ümidi kesip, alternatif tıbbi müdahaleler uzmanı mali danışmanlara ve borsa analistlerine çözüm soruyorum. AB hissesine yatırım yapmışım. Kırk yıldır kurum temettü dağıtacak diye bekliyorum. Hisse olmuş ölü yatırım, her geçen gün değeri düşüyor. Hisseyi ilk arza sürenler benim dışımdaki başka ülkelerden sermaye artırımına gidiyor. Benim elimdeki hissenin değeri sulandırılıyor (“dilute” ediliyor).
Benim borsa uzmanı “Hala neden elinde tutuyorsun ki?” diye soruyor. “Zararına olsa da sat, kalanını hiç olmamış başka bir yatırım aracında değerlendir” diyor.
Tavsiyeye uyuyorum. Ben AB hisselerimi çoktan sattım. Siz ne duruyorsunuz?
Umut fakirinin ekmeği, “Ye Memet ye!”.
Bekle Türkiye. Daha çok beklersin.
Doktorun da yanlış.
Teşhisin de.
Tedavi yöntemlerin de.