18.03.2003 – Trablus (Lübnan)
İstanbul’dan bir telefon; “Kaçın savaş başlıyor!”. Savaşın çocuğu Lübnan’dan yeni bir bebeğin dünyaya gelmesi yüzünden ayrılmak zorundayız. Biz yarın Suriye üzerinden Türkiye’ye yol alırken Amerikan uçaklarının Irak’ı dövmeye başlama ihtimali çok yüksek.
Biz kaçabilenlerdeniz, ya kalanlar. Onlar mı suçlular? Ne yaptılar da küresel diktatörlerin kucaklarına oturup, hayatlarını riske attılar. Bu savaşta o kadar kendimle çeliştim ki hala kararlarım belirmiş değil. Türkiye için, benim için, oğlum için, dahası insanlık için hangisi iyi? Kocaoğlan Amerika’nın bölgesel hakimiyeti mi? Yoksa Irak diktatörlüğünün yanı başımızdaki sevimsiz komşuluğu mu? Ya Irak halkı için hangisi iyi? Diktatörlükten kurtulup sömürge olmak sevindirici mi?
Artık çok geç. Onlar için üzülmekten öteye geçemiyoruz. Kurtarıcı hamleler çok önce yapılmalıydı, şimdi çırpınış boşuna. Masada gerçeklerin soğukluğu var. O da savaş.
Kim haklı? Kim haksız? Kimin savaşı? Ahlar, vahlar…….
“Yarın biz kaçıyoruz geride kalanlar düşünsün” demek ne kadar da kolay. Diğer yandan başka gerçekler. Bölgede durmadan akan kan, kendilerini yönetmekten aciz “Aile devletleri”, petrolden elde edilen gelirin eğitime değil de pahalı zevklere harcanması, kimlik bunalımları, paranın gücüyle ortaya çıkan kibir. Olanların hepsi emperyalizmin suçu mu? Güçlü olan Irak olsa ve petrol Amerika’da olsa, Irak farklı mı davranırdı? Balığın boyutu önemli. Büyük müsün yoksa küçük mü? Kimse haksız, kimse haklı. Bilgi sizin olmalı ki merkez siz olasınız, kaynaklar Doğuda olmasına rağmen, hazinesi bilgi olan Batı her zaman üstün.
Bu savaşla birlikte bir kısım insanın acısı diğerlerinin refahı olacak. Lübnan bunu en iyi bilen ülke. Konuştuğum iş adamlarının hiç korkusu yok. “Savaş berekettir” diyorlar. Etraf yıkılacak, insanlar aç kalacak ki iş açılsın. Ve savaş parayı pompalayacak. Kan, ikiyüzlülük, hırs, ihtiras, sahtekarlık, ne varsa insanlığın kara yüzünden yana.
Sakın savaşlar için ülkeleri veya kişileri suçlamayalım. İlk suçlayacağımız kişi kendimiz. Bakın bana, yarın bölgeden dolu dizgin kaçıyorum. Bu savaşın en baştaki suçlusu benim.
19.03.2003 – Beyrut (Lübnan)
Kaçış o kadar da kolay değilmiş. Trablus’tan Suriye sınırına gittim, fakat Suriye vize vermedi. O yüzden Beyrut’a geldim. Yarın bilet bulabilirsem uçak ile döneceğim. Diğer iki arkadaşım pasaportlarındaki daha önceden alınmış vizeleri sayesinde şu anda Antakya’da kebap yiyor olmalılar. Ben ise on yıl öncesinin yıkıntılar bölgesi, günümüzün Beyrut’unun en pahalı bölgesinde bulunan bir barda şarabımı yudumluyorum.
Beyrut sakin. Nasıl sakin olmasın ki. Doğu Beyrut’ta Hristiyanlar, Batı Beyrut’ta Müslümanlar. İç savaş biteli yıllar geçmiş, şehrin büyük kısmı hala harabe. Bir futbol sahası düşünün. Her oyuncu ayrı milletten ve hepsi savaşıyor. Lübnan’daki savaş işte böyleydi. Her milletten insan savaştı, fakat savaşın adı “din savaşı” oldu. Oysa ki herkes kendi kinini bu topraklarda kustu. Kazandığını zanneden oyuncular ise sadece birer piyondu.
Lübnan’ı ilk ziyaretimdeki ilk sorum “Batı ile Doğu arasındaki sınır açıldığında ilk gün nasıldı?” oldu. Cevap o kadar basitti ki “Hiç bir şey, insanlar sınırı yürüyerek geçtiler ve hiç savaşmamışcasına hayatlarına devam ettiler”.
Lübnan’ın kaybettiği savaş içinde geçen yirmi yıl değil, çok daha fazlası. Bu dönemde Dünya öyle hızlı değişti ki, bir ülkenin yerinde sayması bile çok geriye gitmek anlamına geliyordu. Eskiden Ortadoğu’da ticaretin merkezi Lübnan’dı. Ortadoğu’nun yeni ticaret merkezi ise Dubai.
Şimdilerde olanlar ise biraz daha karışık. Ortadoğu’da eskiden yönetmenler, hem senaryoyu yazacağım, hem yöneteceğim hem de oyuncu olacağım demezdi. Yönetmen ya çok hırslı, ya filmdeki tecavüz sahnesinin zevkini kendisi almak istiyor, ya da Ortadoğu’yu ve Arap milletini hala tam olarak tanıyamamış.
Bu insanlar için savaş gündelik hayatın bir parçası, savaşla yaşayabilirler. Ayrıca savaşmayı batılı devletlerin düşündüğü gibi ekonomik olarak değerlendirmezler. Ortadoğulu kendi vatanını korumaya çalışırken, Anglosaksonlar sadece emirleri uygulamaya çabalayacaklar. İkisi çok farklı sonuç verecektir.
Dünya son derece zevksiz bir hale dönüşüyor. Batılılar kendi mutsuzluklarını küresellik adı altında ihraç ediyorlar. Benim mutsuzluğum bana yeter, senin mutsuzluğunu istemem diyenlere de hemen asker gönderiveriyorlar. Ortadoğu’nun iki suçu var, birincisi petrole sahip olmaları, ikincisi ithal mutsuzluğa uyum gösterememeleri.
Sabah kahvaltısında zeytinyağı içinde yüzen “Ful (Bakla)”, öğlen “Fettuş, Tabbule, Hummus”, akşama kadar güzel bir uyku, akşam da “sarımsaklı yoğurt ve kebap”. Onlara hamburger yediremezsiniz.
21.03.2003 İstanbul
Savaş başladı.
Beyrut’tan ayrılırken, resepsiyondaki genç “yine bekleriz” diyor. “Savaştan sonra umarım” diyorum. “Türkiye’ye savaşmaya mı gidiyorsun?” diye soruyor. “Hayır, burada savaş çıkar diye senin ülkeni terk ediyorum” diyorum.
Arkadaki bilgisayarda çalışan güzel Lübnan kızı gülmeye başlıyor. “Sen televizyon seyretmedin galiba, savaşa biz değil siz giriyorsunuz” diyor.
“Bizim için hangisi iyi?” sorusunun cevabı kafamda berraklaşıyor. Savaşa girersek Ortadoğu’nun karanlığının içerisinde yeni bir aktör olacağız. Bunu bir otel görevlisinden duymak ne kadar garip.