Kayaların üstündeyiz işte, yıllar öncesinden kalma resimler var elimizde. Elimizle tutamadığımız, ancak tutunmak için uzandığımız. Yenilgilerimizden sıkılmış, birbirimize bakıyoruz. Bakacak yüzümüz yok başka yere. Bu kadar çabuk geçmesine şaşırdığını söylüyorsun zamanın. Söylediğin yere kıvrılıyorum. Artık, karnının altındaki sıcaklığa uzanıp, ‘boş ver’ demek kalıyor. Boş ver: Sözcükler istedikleri kapıdan girsin odamıza. Tarafsız gözlemci diye bir laf dolanıyor ortalıkta. Senin yaşamına uygun bir tanımlama. Gözler. Kendi yaşamına karışmayı bile gereksiz gören, tılsımlı bir yalnızlık içinde bakan, bakan…
On iki, on üç yaşlarında, bir gün sınıfta, öğretmen seni tahtaya kaldırmış. Tarih dersinde. Nasıl anımsamazsın, sen anlattın bana. Bilmem ne antlaşmasının ne zaman imzalandığını sormuş.
Yüzündeki şaşkın bakış: Kendi anılarını dinleyen…
Sen hiç duraksamadan, antlaşmanın gerçekten imzalanmadığını, tam imzalanma aşamasında, karşı tarafın esirlerle ilgili bir sorun nedeniyle imzalamaktan kaçındığını, ancak, o zamanki yöneticilerin yeni bir savaş istemedikleri için bu antlaşmayı imzalanmış gibi gösterdiklerini anlatmışsın. Kitaplardaki bu bilgiler yanlışmış. Öğretmenin sorgulayan tavrı değişmiş, merakla başka sorular yöneltmeye başlamış. Sonunda sana, bilgilerinin kaynağını sormuş. Sen de bunları, bir yerden okumadığını ama o anda öyle olabileceğini de düşündüğünü; geçmişi fazla kurcalarsak, mutlaka bu türden olaylar bulabileceğimizi söyleyince, adam seni sınıftan atıp, okul yönetimine de şikâyet etmiş…
Ne demek yalan. Sen anlatmıştın. Kendine yalancı mı diyorsun? Bana ‘farklı’ ya da ‘hoş’ görünmek, diye bir derdin olduğunu ilk kez duyuyorum. Kendinden başkasını umursayacak türden biri değilsin. En azından takındığın hava… Elbette biliyorum. Ayrık otları, güllerden ve karanfillerden daha çekici. Ama yalan söylemiş olman, neyi söylemek istediğini değiştirmiyor.
Geçen gün Sabri’yle oturduk. Sabah olana dek. Bir ara senin, iyi başlayan olaylardan korkmamız gerektiğini açıklayan teorini anlattım. Bunu anımsamana sevindim. İyi bir haber geldiğinde, bu haberi unutturacak, kötü bir olaya hazırlanmamız gerektiğini anlatan teorin.
Sabri’ye salak diyerek, beni kızdıramazsın. En azından O, bana yaranmak için hikâyeler uydurmuyor. Farklı görünmek için, yapmadığı şeyleri, yapmış gibi anlatmıyor.
Sabri sonuna kadar, beni, – daha doğrusu, seni – dinledikten sonra, bu bakış açısıyla kimsenin ayakta duramayacağını, çünkü, masanın bir ayağının eksik olduğunu söyledi. İyi başlayan şeyler kötü gidebiliyorsa, kötü başlayan şeyler de iyi gidebilirmiş. Bu nedenle, kötü haber aldığımızda, kulağımız kirişte, umutla bir sonrakini beklememiz gerekiyormuş. Bunları söylerken, ağzından bir ırmak akıyordu; karpuz suyunun rakıya karıştığı bir girdabın içinde.
Senin anlattıkların daha iğrenç.
Bana mı soruyorsun? Yaşamdaki en mutlu olay? Peki. Şarkı söylemek, diyorum. Daha fazlası?
Bir canlının doğumu. Evet, olabilir.
Doğum iyiyse, sonrası kötü olacak. Bu kadar basit sanıyorsun. O zaman, ben de diyorum ki, eğer ölüm kötü ise, öncesi iyi olmalı. Yani, tümüyle yaşam…
Ne demek, ölümün neresi kötü? Senin zorun ‘neden’le, ‘niçin’le. Yaşamın en güzel yanıysa, yaşamak için bir nedene gereksinim duymamamız. Senin anlamanı beklemiyorum. Daha yirmi dört yaşında vasiyetini yazmıştın. Günlüğünün çöpe atılmasını istediğini anımsıyorum yalnızca. Elbette inanmadım. Eğer bunu gerçekten isteseydin, her akşam, günlüğünü yazdıktan sonra, yazdığın sayfayı yırtıp çöpe atabilirdin. Ama istediğin bu değildi. Hayal kurmak, düşünmek, elinde sigaran çayını içmek. Ama ayakta durmak da gerek. Oysa, şamdandaki mum yere bakıyor. Yaptığın masanın bir bacağı eksik.
Her zamanki gibi yoruldum. Seni görmek, seninle konuşmak, yaşlanmak gibi. Haşlanmış sebze gibi: önce rengim soluyor, sonra yüzüm buruşuyor. Sıkıldığımı söylediğimde sinirleniyorsun.
Soğuk içime işledi. İstersen çocukları içeri al. En az beş dakikadır aynı yere bakıyoruz. Arkamızda, suların serinlettiği bir göz oda. Birbirlerine sokulsalar ısınırlar ama, denizkızları gibi yarı çıplak büyüttün ikisini de. Onlar da mı dinliyorlar?
Ben o sesi hiç duymadım. Doğduğumda kulağımdaydı. Sonra, dışarıda yankılandı: ‘Uçurumun kenarındayım, yosun tutmuş kayaların sesi var kulağımda. Aşağıda, çok aşağıda…’ Kuzeyde bir yıldız büyüyor. Gözün kayaların aydınlığına dönük. Belki de tüm sözlerimiz, biraz yalnız kalmak için. Olsun, arkadaşız biz. Kayın ağaçlarının gölgesinde durduk saatlerce. Konuşmadan. Bundan on yıl sonra karşılaşmak isterdim. İlk sözünü duymak için. Ben bekleyebilirim. Zaten zaman, insanların beklemesine aldırmaz. Kendi yolunda yürüyenler gibi geçip gider yanından. Sen yıllarca da beklesen, beklediğin her neyse, bir anda gelip geçer. Yıllarca beklediğine aldırmaz. Daha anlamadan gördüğünü bile, bakakalırsın arkasından…