Linus Torvald başarısının sırrını tek bir olguya indirgiyor. Finlandiya yüksek eğitim sisteminin sosyal adalet ve eşitlik ilkesine oturtulmuş olması. Linux işletim sisteminin geliştiricisi ve “açık ortam, saydam yazılım” felsefesinin kurucusu Linus, tüm dünyaca paylaşılan bir projenin isim ve fikir babası. Linus’in Finlandiya’da üniversitede okuduğu yıllarda, ABD’li bilgisayar öğrencisi yaşıtları okul masraflarını karşılamak için pizza dağıtma, ikinci el araba alım satımı, mağaza tezgahtarlığı yapıyorlar. O ise eğitiminin maliyetini nasıl karşılayacağına kafayı yormak yerine kaba saba bir işletim sistemini sıradan insanların anlayabileceği ve kullanabileceği bir ortama dönüştürmekle meşgul oluyor. Maçın sonucu ortada Finlandiya “iki” ABD “sıfır”.
İnternet fiyaskosundan önce bilgisayar sektörünün öncüleri ABD hükümetine baskı yaparak geçici süreli vize işlemlerinde kolaylık talep ediyorlar. Sun Microsystems’in kurucu ortağı Scott McNeally, daha 1995’lerde kendi ülkesiyle dalga geçer gibi “Bizim elemanlarımızı artık bilgisayarlar işe alıyor ve yine bilgisayarlar işten atıyor” diyor ve ekliyor “Bugün yazılım denilince akla ABD değil Hindistan geliyor.” Sun gibi pek çok şirket yüksek ücretli eleman tutmak yerine bu hizmeti yurt dışından ithal ediyor. Maçın ilk yarısında skor; Hindistan “bir” ABD “sıfır”. Ancak ABD ikinci yarıda strateji değiştiriyor. Hizmet ithalatı yerine, beyin avcılığına soyunuyor. Eskiden sadece bilim adamlarına uygulanan bu yönteme şimdi artık teknik uzmanlar da ekleniyor. Paralı eğitimi savunan ABD’li senatörler eğitim sisteminin sorunlarının masaya yatırıldığı forumlarda aymaz ifadeler takınıyorlar. “Bizim eğitim sistemine kamu maliyesinden kaynak ayırmamıza ne gerek var. Bütün az gelişmiş ülkeler zaten bunu yapıyor da ne oluyor? Bırakınız efendim onlar yapsınlar biz ithal edelim.” Yurt dışından bilgisayar eğitimi almış uzmanların geçici vize almalarına bir takım kolaylıklar hatta vergi imtiyazları getiriliyor ve ikinci yarıda maç skoru değişiyor; ABD “üç” Hindistan’ın temsil ettiği az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkeler “bir”. Teselli yetiyorsa “bir” skorlu ülkelerden gelenler gelirlerinin bir kısmını transfer olarak kendi ülkelerine ve ailelerine gönderiyorlar. Ancak ilk ülkeye geldiklerinde on isteyen ABD’li uzmanı beş almaya razı oldukları için açıkta bıraktıklarını henüz bilmiyorlar. Maçın rövanşı İnternet balonu patladıktan sonra oynanıyor. Ucube fikirler üzerine kurulu pek çok teknolojik işletme sapır sapır iflas ediyor. Fiyaskonun ilk kurbanları ise ABD’li on isteyen değil az gelişmiş ülkelerden özel vizeyle getirtilmiş beş isteyen uzmanlar oluyor. Kapıya konanlar yeniden vize almak ya da vizelerini uzatabilmek için yeni işverenler arıyorlar ancak daralan teknoloji sektöründe iş bulmak zorlaştığından pek çoğu kanuni hakları dolmadan ülkeyi terk etmek zorunda bırakılıyor. Rövanş maçının skoru sıfır-sıfır beraberlik.
Kupada bir de eğitim sistemlerini yarı kamu yarı özel finansmanla uygulayan ülkeler var. Örneğin Avustralya’da sistem sosyal adalet ilkesine göre yapılıyor ancak orta dereceli eğitimi ücretsiz sunan ülke yüksek eğitimde, özel finansmanı kamu borçlanmasıyla ikame ediyor. Üniversiteye giren gençlerden varlıklı olanlar eğitimlerine, okurken doğrudan para ödüyorlar. Varlıklı olmayanlara ise devlet kredi veriyor. Mezun olup iş bulduktan sonra vergi dairesi, eğitim maliyetini taksitle ve faiz işleterek ücretlinin bordrosundan kesiyor. Türkiye’den gelen bizler ilk işe girdiğimizde brüt on, net on birim alırken Avustralyalı yaşıtlarımız brüt on, net yedi buçuk birim alıyor ve haliyle bunu hakkaniyetli bulmuyorlar. Oysa maçın skoru belli; Türkiye “sıfır” Avustralya “bir”.
İş orada bitse sorun kalmayacak. Avustralya eğitimin gerçek maliyetini elifi elifine hesaplayabiliyor ve üniversitelere vergiden üçte iki kaynak aktarırken borçlanan veya hemen ödeyen öğrenci katkı paylarının üçte biri geçmesini istemiyor. İş yabancı öğrenci olarak buraya gelmek istenince değişiyor. Hükümet orada “Dur bakalım diyor” ve ekliyor; “Sen yurt dışından geliyorsan borç alamazsın, ve ben de senin eğitimin için kamudan kaynak aktaramam. Sen tüm maliyeti hep birden ödeyeceksin.” Düz mantık onları haklı çıkarsa da iş uygulamada aksıyor. Çünkü üniversiteler, yurt dışından gelen öğrencilerin ödemelerini tek seferde tahsil edebilirlerken Avustralyalı öğrencilerin eğitiminin kamu kaynaklı finansmanı için pazarlık masasında yoğun kavgalar vermek gerekiyor. Eli sıkı maliyeden para almak güç olduğundan da üniversiteler yabancı öğrenci odaklı pazarlama stratejilerine yoğunlaşıyor. Avustralya yüksek eğitimi ihraç edilebilir bir konuma getirebildiği için pek çok gol şansı elde ediyor ancak ilk yarı sıfır-sıfır bitiyor. Üniversitelerde her ülkede olduğu gibi kontenjanlar sınırlı. Yabancı öğrencilere ayrılan kontenjanlar arttıkça, yerel öğrencilerin payı daralıyor. Bu durum yerleştirilemeyen öğrencinin protestolarına neden oluyor. Avustralya eğitim sisteminin yavaşlayan temposu ikinci yarı sonunda skoru değiştiremiyor.
Daha da kötüsü, üniversiteler İngilizceleri ana dili olmayan bir kitleye hitap ettikleri için eğitim muhteviyatını basite indirgemek zorunda kalıyorlar. Yani kalite düşüyor ve bundan asıl etkilenen yerel öğrenciler oluyor. Bunların pek çoğu eğitimlerine ek kaynak bulmak için zaten yarı zamanlı okuyup tam zamanlı çalışıyor. Piyasadan daha çok uygulamaya yönelik iş tecrübesi ediniyorlar ve git gide aldıkları düşük seviyeli yüksek eğitimin mesleklerine katkısı olmayacağı inancına erişiyorlar. Hatta bir kısmı eğitim programlarını yarıda bırakıyor. Üniversitelerde kontenjan açıkları doğuyor ve bunu daha fazla yabancı öğrenciyle ikame etmeye çalışarak kısır döngüye giriyorlar. Üniversite kayıt-idare birimleri çıkmak isteyen öğrencilere sanki maçın avantajı kendilerindeymiş gibi oyalama taktikleri uyguluyorlar. Kendilerine, eğitimi terk yerine “hak dondurma” yöntemi öneriliyor ki kayıtta görünen öğrenciler için kamu kaynağı kesilmesin. Maçın skoru önemli değil; Avustralya da, varlıklı sınıftan gelen öğrencilerin temsil ettiği az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler de kaybedilmiş grup atlama şansının sıralamadaki üçüncülüğüne ve dördüncülüğüne oynuyorlar.
Filmin son perdesinde gazete ve dergilerde çıkan üniversite üst lisans tanıtım ilanları göze çarpıyor. Üniversiteler artık yurt dışından gelen öğrenciler yerine yerel öğrencilere odaklanmaya özen gösteriyorlar. ilanlarda “Adaylarda lisans derecesi aranmamaktadır” yazıyor. Yerel bir petrol şirketi olan Caltex’in alan müdürüne ülkenin en itibarlı MBA (İş idaresi masteri) programının yöneticisinden tanıtım seminerine katılım davetiyesi gönderiliyor. Alan müdürü telefonda üst lisans program yöneticisine kibarca lise sondan terk olduğunu izah ediyor. Telefondaki ses bunun önemli olmadığını, alan müdürünün yirmi yıllık iş tecrübesinin yeterli adaylık şartlarını telafi ettiğine dikkat çekiyor. Ya Dünya tersine dönmüş, ya da FIFA’ dan birileri eğlence olsun diye artık Dünya Kupasının en çok gol yiyen takıma verilmesi gerektiğine karar veriyor. Üniversiteler artık iş dünyasının işine yarayacak uygulama, yöntem, çözüm üreterek öğrencilere iş imkanı vadetmek yerine zaten işi olan insanların tecrübelerinden yararlanmayı tercih ediyor.
Lisans ve lisans üstü eğitimi bir “ihracat ürünü” olarak ekonomik kaynaklarına ilave etmiş batılı ülkelerin artık bu kupadan çekilmeleri gerektiğini anlamaları gerek. ABD ve İngiltere’de de durum yıllardır çok farklı değil. Akreditasyonu geçmemiş ya da lisans dalları sıralamada ilk ona veya yirmiye girmeyen üniversitelere kayıt olmadan önce ikinci kez düşünmek lazım. Bu ürünü ithal eden bizim gibi ülkelerden yurt dışına yüksek eğitim için gitme hayaliyle yanıp tutuşan gençlerin anne ve babalarına duyurulur. Çocuğunuzun yurt dışı eğitimi uğruna çalışıp didinip yıllar yılı kıt kanaat geçinerek biriktirdiğiniz tasarruflarınıza veda etmeden evvel ikinci bir kez düşünün. Sizin iyi niyetli umutlarınızın avcılığına soyunmuş batı-ülkelerinin eğitim sistemleri, şaşıracaksınız ama, siz ve sizin gibi diğer az gelişmiş ülkelerin seçkin sınıflarının gayretleriyle bugün akıl almayacak bir mali ve sosyal krizde. Türk yüksek eğitim sistemini eleştirerek yerden yere vuran ve YÖK’ü hedef alarak olayın özünü unutanlar için hatırlatma yapalım. Türkiye’nin kaynak yetersizliği nedeniyle kalitesiz olarak nitelendirilen parasız yüksek eğitim sisteminden daha da kötü olanı eşit düzeyde kalitesiz olan paralı eğitimdir. Eğitim yarısında kupa artık sadece sosyal adalet ilkelerine dayalı ve ücretsiz olarak sunulan ülkelerin elinde. Eğitim ihraç edilebilir bir ekonomik ürün değil. Fince ve İsveççe konuşabilseniz bile. Ama konuya “bilim üretimi ve paylaşımı” olarak yaklaşıyorsanız diyeceğimiz bir söz yok. Doktora için konularında uzman her üniversitenin yurt dışından öğrencileri yarı istihdam yoluyla almaları bilimin evrenselliği ve paylaşımı için gerekli. Ama ön lisans ve lisans programlarında eğitimin ithalatı yerine, eğitmenin ithalatı kanımca daha etkin bir çözüm. Getirirsiniz konunun uzmanını, Türk üniversitelerinde geçici süre istihdam edersiniz. Sadece parası olup da yurt dışına gidebilen değil, herkes bu kişilerden fayda görür. Kaynağı ya vergilerden, eğer yetmiyorsa da kamu borçlanmasıyla eğitimden yararlananlardan uzun vadeli olarak tahsil edersiniz. Unutmayın ki yurt dışında eğitim için akıtılan kaynak milli geliri ve döviz rezervlerini azaltır. Bırakın azalsın ama yeter ki herkes bundan eşit olarak yararlanabilsin.