Uçağımız Viyana’ya doğru ilerlerken Tada soruyor.
– En son seninle Barselona’ya gittik. Aklında ne kaldı o şehirden.
– Gaudi diyorum bir hamlede.
Viyana dönüşü ise Viyana hakkındaki aynı sorusuna “Sessizlik” diyorum.
Şubat ayında (2002) gitmemizin ve İstanbul gibi hareketli bir şehirde yaşıyor olmamızın bu fikrime büyük etkisi olduğu açık. Yine de olması gerekenden çok daha sessiz bir şehir Viyana. Sanki üstün bir medeniyet bir şehir kurmuş, sonra da tüm şehri müze haline getirmiş. Şehrin sahipleri müzede bilet kesiyor gibi.
Avusturya sekiz milyon nüfusa sahip. Viyana ise bir buçuk milyon nüfuslu. Kabaca beş yüz bin çocuk ve genç, beş yüz bin yaşlı ve beş yüz bin verimli orta yaş oluşturuyor Viyana’yı. Hal böyleyken, çok yüksek turizm geliri olan Viyana halkının dünyadaki diğer şehir halklarına göre gelir seviyesi daha yüksek gözüküyor. Diğer yandan şehir de bir o kadar pahalı. Yani zevk ve sefa içinde de değiller hani. Sağlık, eğitim ve altyapı sorunlarını çözmüş toplum sizce nasıl yaşar? Ya çok mutsuz bir hayat beklenir ki, toplumun bir kısmı gerçekten öyle, ya da sanatla ilgilenir. İşte Viyana.
Şehir ismini göbeğinden geçen küçük bir nehirden almış. Şehrin ilk yerleşimi taş devrine kadar gidiyor. İki büyük yönetim, coğrafyanın tüm tarihini etkilemiş. Önce “Babenberg Ailesi” ve sonra “Hapsburg İmparatorluğu”. Bugün sekiz milyona başkentlik yapan Viyana, Hapsburg zamanında elli milyon insanın başkentidir.
Şehir iki kez Türkler tarafından kuşatılmış. Özelikle ikinci Viyana kuşatması tamamen Osmanlı’nın iç sorunlarından dolayı başarılı olamamış. Tarihçiler başarısızlığın nedenlerini sıralarken kuşatmayı yöneten Kara Mustafa Paşa’nın egolarından uzun uzun bahsederler. Diğer yandan kuşatmaya katılan Kırım Tatarları’nın ordu içinde aşağılanmasından dolayı savaşa küsmeleri, gereğinden fazla askerle yola çıkılması ile başlayan açlık sorunu, erken saldırı yerine uzun süre beklenmesi gibi nedenler sıralanır. Başarısızlığın nedenlerine çok fazla girmek günümüz için faydasız. Fakat, bildiğim bir şey var ki Viyana düşseydi, bu yazının içeriği ve şu an ki Avrupa’nın yapısı bambaşka olacaktı.
On dokuzuncu yüzyıl başlarında Monarşiden kurtulan şehrin dörtte biri İkinci Dünya Savaşı sırasında yok olmuş. Savaşın kaybedilmesi ile şehre Ruslar, İngilizler ve Amerikalılar gelmiş. 1950’lerde ise Avusturya tekrar özgür bir Cumhuriyet halini almış.
Günümüzün Viyana’sında modern hayat ve tarih iç içe. Aklınıza ne geliyorsa o konunun müzesi var. Her müzede aynı hisse kapılıyorsunuz; onca bilgi, numune ve eser nasıl olmuş da bir araya getirilmiş, inanılmaz.
Viyana şehrinin çatısı iç içe geçmiş çemberler üzerine kurulmuş. En içteki çember Viyana I, yani şehrin merkezi. Tarihi eserlerin ve müzelerin çoğu Viyana I’de. Viyana VI ve Viyana VII arasındaki cadde ve sokaklar ise alışverişe yönelik.
Şehrin sembolü Stephen Katedrali. Romanisk ve Gotik sitili. Katedral şehrin tam göbeğinde. Katolik Avusturyalıların dinlerine ne kadar bağlı olduğu ayrı bir tartışma konusu olabilir, fakat tarihi eserlerine ve eski kiliselerinin korunmasında son derece titiz oldukları açık.
Opera binasından Tuna nehrine kadar giden merkez caddesi “Kartner Strasse”. Viyana’nın kalbi ve en pahalı caddesi.
Şehre damgasını vuran bir çok sanatçı ve düşünür olmuş. Bunların başında bir Viyanalı olan Mozart geliyor. Beethoven otuz beş yıl Viyana’da yaşamış. Freud küçücük odasında bulmuş psikanaliz yöntemlerini. Johann Strauss’u ise altın bir heykel ile ölümsüzleştirmiş Viyana halkı.
Bir turistin ilk gideceği saray ise “Schönbrunn Palace” dır Viyana’da. Sarayda Mozart’ın altı yaşında verdiği konseri duyar gibi oluyorsunuz. Daha önce hiç ismini işitmediğim “Maria Theresa” nın ve özgürlük temsilcisi olmuş “Sisi (Elizabeth)”nin hayatına dalıveriyorsunuz ister istemez. Napolyon’un yirmi bir yaşında ölen oğlunun altı yaşındayken yapılmış enfes tablosunun seyrine ise doyum olmuyor doğrusu. Schönbrunn yani “Güzel Çeşme” size Viyana hakkında bir çok bilgi veriyor.
Schönbrunn’un enfes bahçelerinden ayrılabilirseniz, “Belvedere” yani “Güzel Manzara” sarayına da gitmeniz de yarar var. Belvedere, Savoy Prens’i Eugene’in yazlık sarayı. Eugene Viyana’yı Türklere karşı savunan kumandan. Belvedere’de içimden “Eh be Eugene, bir Fransız olarak ne işineydi Viyana’yı savunmak” diye geçmedi değil hani.
Viyana’da hiç metro kullanmadık. Yürüdük, yürüdük. Sadece binaları seyretmek bile büyük zevk. On dokuzuncu yüzyılda kurulmuş “Ring” Caddesi’ndeki binalar, Grek tarzda yapılmış Parlemonta Binası, muhteşem Neo-Gotik “Town Hall” binası, yirmi dört yaşındaki bir mimarın eseri “Votivkirche”, Viyana’nın en güzel Barok kilisesi “Karlskirche”.
Dünyanın dördüncü büyük resim galerisine sahip “Kunsthistorisches” Müzesi ve Binası ise bana evimde topladığım mütevazı tabloların hiçliğini hissettirdi.
Viyana’da gezilecek yerler inanın saymakla bitmiyor. Eğer ben bu kadar sanat ve kültüre doydum diyorsanız, dinlenmek için kafelere, eğlenmek için şarap evlerine, rahatlamak için Viyana Ormanları’na gidebilirsiniz.
“State Opera “arkasındaki “Sacher” oteli ve kafesi en ünlü kafelerden bir tanesi. Tatlılar ve kremalı, çikolatalı, romlu veya likörlü kahveler tam anlamıyla Viyana işi.
Şarap denince şehrin yarım saat dışındaki “Grinzing” bölgesine uğramanız gerekli. Meyhane ve taverna arası restoranlar bölgeye yayılmış. Nefis yiyecekler ve ev yapımı taze şaraplar.
Yok biraz da eğleneyim diyorsanız, şehirde irili ufaklı şarap evleri sizleri bekliyor. Gün boyunca göremediğiniz Viyanalılarla buralarda tanışma fırsatı da bulabilirsiniz. Şarabınızın yanında Viyana Şinitsel’i yemeyi ihmal etmemelisiniz.
Beijing’de yediğim Pekin Ördeği o kadar lezzetliydi ki “Bir daha Beijing’den başka bir şehirde Pekin Ördeği yemem demiştim”. Doğrusu bu ya, Viyana Şinitsel’i hakkında aynısını söyleyemeyeceğim. İstanbul’da daha lezzetli Şinitsel yeme şansına sahip olduğunuz açık.
Viyana yakınında “Baden” yani “Banyo” kasabası üzerinden Viyana Ormanları’na girdik. Baden isminden de anlaşılacağı gibi kaplıcalarla dolu. Gittiğimiz bölge, atalarımızın ulaşabildikleri ve Viyana’yı kuşattığı bölge. Bölgenin en ilginç yanı ise Avrupa’nın en büyük yeraltı gölü. Çok uzun bir mağara sizi yerin altında bir göle çıkarıyor. Altı bin beş yüz metrekarelik yeraltı gölünde kayıkla gezerken ilginç duygulara kapılıyorsunuz. Avusturyalılar yalnızca muhteşem bir şehir yaratmamış, doğasına da sahip çıkmış. Turistlere doğası bile pazarlanabilir halde.
Gelelim, şehrin yabancılarına. Taksicilerin çoğu yabancı. Havaalanında bir Türk taksici bize otobüse nereden bineceğimizi tarif etti. Otobüsten indik, tekrar taksiye bindiğimizde taksiciye baktım ve “Selam-ı Aleyküm” dedim. Yanılmamışım, bir Mısırlı çıktı. Mart ayında gideceğim Kahire’yi bana uzun uzun anlattı. Grinzing dönüşü bir Türk taksici ise bize Viyanalı Türkleri anlattı. Sekiz milyonluk Avusturya’da iki yüz elli bin Türk, az değil. Son günümüzde rastladığımız taksici ise İranlı idi.
Eğer Viyanalı gibi yaşarsanız Viyana’da para biriktirmek zor gözüküyor. Para biriktirmek ancak yabancıların işi.
Tuna Nehri olmadan Viyana tablosunu tamamlamak imkansız. Nedense Tuna Nehri bana hep Osman Paşa’yı hatırlatır: “Tuna Nehri akmam diyor, etrafımı yıkmam diyor, şanı büyük Osman Paşa Plevne’den çıkmam diyor.”
Plevne ile ne alakası var diyeceksiniz ama öyle değil. Tuna Nehri, üzerinden geçtiği tüm şehirlere ilham vermiş. Viyana’nın da bunlardan yalnızca bir tanesi olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Viyanalılar Tuna Nehri’nden sanki Viyana’da doğuyor ve sonlanıyor gibi bahsediyorlar. Bu şekilde düşünmelerinin tek kabul edilebilir nedeni Mozart’ın “Mavi Tuna” eseri olabilir.
Sorunlarının çoğunu çözmüş kültür ve sanat şehri. Eksiği ne derseniz, cevabı basit “Adrenalin”. Eğer benim gibi, yaşadığınız şehrin ve hayatınızın stresini üzerinizde fazlasıyla hissediyorsanız, bir Viyanalı olmaya özenirsiniz. Diğer yandan “Ben adrenalinsiz yaşayamam” diyorsanız, yine benim gibi üçüncü gün İstanbul’u özlersiniz.
Viyanalılar Almanca konuşmalarına rağmen, şehirlerinin estetikliğine gösterdikleri uyumla birlikte son derece nazik ve kibar insanlar. Bu anlamda Viyanalılara lafım yok ama şehrin güzel ve etkileyici olması şehrin yaşanılır olmasına neden olmuyor her zaman. Şehri güzel yapan yalnızca geçmişi ve eserleri değildir. Şehirler temel amaç olarak yaşamanın hedeflendiği büyük mekânlar olduğundan şehrin insanları, şehrin kendisi kadar önemlidir. Yaşam ise müzede değil sokaklarda cıvıl cıvıl hissedilen bir coşkudur. İşte bu coşku “Muhteşem şehir Viyana’nın İstanbul dönüşlerini severim” dedirtiyor insana.