Endüstri çağında, sınırsız bir gelişme olacağı, insanların her istediklerine ulaşabileceği düşüncesi vardı. Sınırsız bir maddesel bolluk olacak ve bu insanlara en büyük mutluluğu getirecekti. İnsanların ve hayvanların güçlerinin mekanik ve hatta nükleer enerji ile karşılanması, insan zihninin bile bilgisayarlar yardımıyla karşılanabilmesi, endüstriyel gelişimin, sınırsız üretim ve sınırsız tüketimi sağlayabileceği düşüncesini güçlendirmişti. İnsanlar doğaya hakim olabileceğine, hatta kendisini taklit edebileceğine inanmışlardı.
Günümüzde giderek yayılan hayal kırıklığı, bunların gerçekleşmeyeceğinin fark edilmesinden kaynaklanmaktadır. Mutluluğun, tüm arzuların yerine getirilmesi ile elde edilemeyeceği anlaşıldı artık. Ekonomik gelişmenin artarak büyümesi, yalnız zengin uluslar için geçerli olmuş, fakir ülkeler ile aralarındaki fark giderek büyümüştür. Diğer taraftan üstün olduğu düşünülen taraflar, gücün artması ile birlikte aslında acınacak hale gelmişlerdir, çünkü insan üstü duruma gelmenin gerektirdiği insan üstü akılcılığı geliştirememişlerdir.
Yaşamın tek amacının, tüm istek ve ihtiyaçların tatmin edilmesi olmadığı artık bilinmektedir. İhtirasların tatmini yoluyla ulaşılan doyum, yaşamın amacı olamaz, çünkü bunun ardından isteksizlik ya da sıkıntı gelecektir. Bu da asıl amaç olan acıdan kaçmak ile çelişmektedir. Bu tip düşünce yapısında bir arzunun var olması, onu tatmin etme hakkını da beraberinde getirmektedir. Her şeye sahip olma amacındaki insanlar, her şeyi kendi çıkarları açısından değerlendirmeye başlamışlar ve kaybettiklerini fark etmeden varlıklarının artmasına sevinmişlerdir. Her şeye sahip olma isteğini normal göstermek için desteklenmesi gereken bencillik, yalnızca kendi çıkarını düşünme, açgözlülük ve sahip olma hırsı gibi karakter özelliklerinin, barış ve uyumla birlikte sürdürülebileceği inancının ise yanlış olduğu baştan bellidir zaten.
Çalışma yaşamının güç ve zorlayıcı koşulları kadar, hiç bir şey yapmamak da insanı bunaltır ve sıkar. Yaşamın dayanılır olabilmesi için bu iki karşıt özelliğin birbirleriyle dengelenmeleri gerekmektedir. Oysa sistemin yaşayabilmesi için büyük bir üretime ve bunun yol açtığı monoton grup çalışmasına ihtiyaç vardır. Her şeye sahip olabilmenin yolu aşırı üretim ve aşırı çalışmayı gerektirir. Diğer taraftan üretilen malların tüketilmesine, yani boş zamanın ve tüketim isteğinin artmasına ihtiyaç vardır. Çevremize biraz bakmamız, bu çabanın, insanları gerçek huzura vardırmayacağını görmemizi sağlayacaktır. İnsanların mutsuz oldukları bir toplumda yaşıyoruz. Çeşitli korkular altında acı çeken, ruhen yıkık ve dengesiz insanlar önce bütün çabalarıyla kendilerine boş zaman yaratmaya çalışıyorlar, sonra da bu zamanı öldürebildikleri oranda sevinç duyuyorlar.
Ne kadar çok şeyi olursa o kadar mutlu olacağını sanan insanlar bunun bir sonucu olarak herkese karşı düşmanlık beslemeye başlarlar. Kandırmaya çalıştığı müşterileri, iflasa sürüklemek istediği rakipleri ve sömürmeyi arzuladığı işçileri, hep onun daha az şeye sahip olmasına neden oldukları için bencil kişinin düşmanlarıdırlar. Açgözlülük, toplumdaki sınıflar arasında sürekli bir savaşa yol açar. Sınıfları ortadan kaldıracağını ileri süren tüm sistemlerin, sınıf mücadelelerine son verebilmeleri, hayalden öteye gidememiştir. Çünkü hepsi, tüketimi artırma temeli üstüne kurulmuştur. Herkes biraz daha fazla şeye sahip olmak istediği sürece sınıflar oluşacaktır. Bu da sınıflar arasında, hatta uluslar arasında savaşlara yol açacaktır. Açgözlülük ve barış bir arada olamazlar.
İnsanların her şeye sahip olmayı amaç edindiği sistemde, ekonomik davranış, ahlaktan ve genel değerler sisteminden ayrılmaktadır. İşletmelerin yok olmaları ile işçilerin fakirleşmeleri, üzücü de olsa, bir doğa yasası gibi görülen ve değiştirilemez olduğuna inanılan ekonomik yasaların bir gereği olarak açıklanmaktadır. İnsan için iyi olan nedir sorusu, yerini sistem için iyi olan nedir sorusuna bırakmıştır. Bunun insanlara verdiği zararın gizlenebilmesi için, sistemin gelişmesine yarayan her şey, insanların da yararınadır düşüncesi oluşturulmaya çalışılmaktadır. Hatta sistem için gerekli olan bencillik, açgözlülük ve sahip olma ihtirası gibi özellikler, insanda doğumdan itibaren var olan, insan doğasının gereği özellikler gibi gösterilmeye çalışılmaktadır.
Bir sürü konferanslar, brifingler ve silahsızlanma görüşmeleri toplumda, sorunların kavrandığı ve somut adımlar atıldığı izlenimi yaratmaktadır. Ama gerçekte, insanlığa yararı dokunan hiç bir adım atılmamaktadır. Sistemin geliştirdiği bencillik duygusu, politikacıların, kişisel başarılarını, toplumsal sorumluluktan üstün tutmalarına yol açmaktadır. Şu anda var olan ve denenmiş sistemlerin hiç birisi, başta düşünülen başarıya ulaşamamıştır. Buna rağmen yeni bir toplum modeli oluşturmak için de hiçbir çaba harcanmamakta, var olan sistemlerden birisinin mutlaka uygulanmak zorunda olduğu düşünülmektedir.
Günümüz toplumsal değer yargılarına göre, hiç bir şeye sahip olmayan bir kişi, bir hiçtir. Oysa Echart’a göre, ruhsal zenginliğe ve güçlülüğe erişmenin tek çaresi, hiçbir şeye sahip olmamak, kendini açık ve boş tutmak, gerçek benliğe giden yolun önünü kapatmamaktır. Marx’a göre de lüks de tıpkı fakirlik gibi, bir yük, insanın gelişmesinin önünde büyük bir engeldir. Güzel bir şeyin tadına varmak için, ona sahip olmak gerekmez.
Her arzulanan şeye sahip olmanın mümkün olmadığı ve çok şeye sahip olmanın daha fazla mutluluk getirmediği artık anlaşılmıştır. Tam tersine, bu şekilde mutluluğa ulaşmaya çalışmak, mutsuzluğu getirmektedir.