Üniversiteden mezun olmuş, bir yıl Kazakistan’da çalıştıktan sonra Türkiye’ye dönmüştüm. Harıl harıl iş aradığım dönemlerdi. Daha önceden iş başvurusu yaptığım şirketten beni son görüşme için çağırdılar. İşe aday dört kişi bir odada toplandık. İki üst düzey yetkili bize sorular soracak ve hepimiz diğerimizin cevabını duyacaktık. Yani aynı soruya, her aday değişik cevaplar verecekti. İlk soru geldi:
– Hayatınızdaki en büyük başarınız nedir?
Ben kara kara cevabımı düşünürken ilk aday hemen cevap verdi:
– Üniversiteyi 3,80 ortalamayla bitirmek benim en büyük başarımdır.
İkinci aday biraz vakit geçirmek istedi, sonra cevap sırasının üçüncü adaya geçmesini beklemeden aceleyle,
– Amerika’da yaptığım ‘master’ sırasında iki dersten bütün sınavlarda hep en yüksek notu ben aldım.
Bir yandan onları dinliyor bir yandan da vereceğim cevabı düşünüyordum. İyi bir eğitim görmeme rağmen, hep orta sıralarda bir öğrenci olmuştum. ODTÜ Metalurji Mühendisliği’nden mezun olduğumda sosyal yaşantımdaki başarım not ortalamamın çok daha üzerindeydi. Bu tarz cevaplar hiç bana göre değildi. Üçüncü aday, ikinci adayın cevabının sonunda, sanki onun cümlesi bitmemişçesine kesintisiz devam etti:
– Ben üniversite yaşamımda bir yandan okudum bir yandan ticaret yaptım, iyi para kazandım, bu benim başarımdır.
Herkes bana bakıyor ve cevabımı bekliyordu. O güne kadar ne çok para kazanmıştım ne de üniversite hayatımda en öndeydim. Başarının sonucu mutluluk değil miydi? Öyleyse hayatımda en mutlu olduğum anı hatırlamalıydım. Bir yıl yaşadığım Kazakistan’daki anılarımı hatırladım, bir çok mutlu hatıra geldi aklıma. Sonra nedense birden ilk defa yurtdışına giderken uçağa bindiğim anı düşündüm. İlhan el sallıyordu uzaktan. İngiltere’ye gitmenin buruk mutluluğu vardı içimde. Harcayamayacağım kadar para doldurmuştu cebime. Çok parası olduğundan değil, başıma bir şey gelirse diye. Hayatım onun yaptığı doğrularla ve başarılarla doluydu. Otuz iki yaşında, doğduğu kasabanın belediye başkanlığını yapmıştı, her bulunduğu makamda yöneticiliğiyle ön planda olmuştu. O benim için aşılması gereken bir hedefti. Düşünceler yerini buldu ve aklıma Antalya’daki bir tekne gezintisi geldi. Hiç aklımdan çıkmayan mutluluğum. İşte benim en büyük başarım buydu. O tekne gezisinde İlhan’ın oltayla yakaladığı balıktan daha büyük bir balık yakalamıştım. Diğer adaylar ve yöneticiler şaşıra dursun, ben olayı anlatmaya koyulmuştum bile. Kolumla balıkların boyunu biraz da terbiye sınırlarını aşarak gösteriyordum. Tek elimi havaya kaldırarak:
– İşte böyle bir balıktı yakaladığım.
O hatırlar mı, bilmem ama ben çok berrak hatırlıyorum. Onunkinden daha büyük bir balık yakaladığım için bana gururla bakıyordu. Bundan daha büyük mutluluk olabilir miydi benim için? İşte böyledir benim o mülakatı kaybetmem. Oysa ki ben doğruyu söylemiştim.
Deniz birbirimize yaklaştırmıştı bizi. Annemi, ağabeyimi ve beni her yaz Antalya’ya götürüp bırakırdı. Antalya’nın Lara bölgesinde Etibank’ın Obalar denilen tesisleri vardı. Dayım, Etibank’ta çalıştığından her yaz, tahtadan bir ev, dayıma kullanması için verilirdi. Biz de burada kalırdık bütün yaz. İlhan’ın işleri yoğun olduğundan bizim kaldığımız gibi bütün yazını geçiremezdi Lara’da. Her hafta sonu yanımıza gelirdi, Isparta’dan. Bu yaz, Side’ye tatil için giderken yine Lara’dan geçtim. Bambaşka tesisler almış benim anılarımın coğrafyasını. Lara’daki deniz farklıdır benim için. Arabayla durduk uzun uzun baktım Lara Kumsalı’na. Benim için o deniz, iki kilometre uzaklıktaki aynı denizden çok farklıydı. Her hafta sonunu iple çekerdim, özlerdim onu. O gelsin de boynuna sarılayım diye. Dört, beş yaşlarındaydım o zaman. O geldiğinde kollarımı açar koştururdum araba parkına kadar. İnsan özlemezse anlayamıyor gerçek sevgisini. Aramıza deniz girmişti, özlemiştik birbirimizi.
O zamanlar en büyük arzum yüzmeyi öğrenmekti. Bütün gün denizde boğuşup duruyorduk da, cesaret edemiyordum bir türlü kolumdaki şişme can simitlerini çıkarmaya. Denizde öğrendim ona güvenmeyi. Yüzmek için arzulu olduğumu bildiği için beni denizin içerisinde kucağına aldı. Şişme kolluklarımı çıkardı, kıyıya götürmesi için ağabeyime verdi. İki kolunu denizin üzerine koydu. Kollarının üzerine benim gövdemi uzattı. Denize paralel oldum.
– Çırp bacaklarını, sırayla at kulaçlarını.
Dediklerini yaptığımda kollarının altımdan hafifçe çekildiğini hissettim. Bunun üzerine korktum ve bıraktım kendimi suyun içerisine. Hemen tuttu çıkardı beni suyun içinden, sarmaladı.
– Bana güvenmiyor musun?
Yıllar geçse de bu sorusunu çok iyi hatırlarım ve hatırlayacağım. Gerçekten güveniyor muydum ona ya da güvenmeli miydim? Bazı cevaplar düşünülmeden yalnızca hislerle verilir ya,
– Güveniyorum.
O günden sonra çıkarıp attım şişme kollukları hiç kullanmamak üzere. Yıllardır sorgulamadım bir daha bu konuyu. Hep sonuna kadar güvendim ona. Denizin içinden fışkıran güven, yıllardır büyüyerek sürdü.
Lise ve üniversite yıllarımda ise Yeni Foça’daki yazlık evimizde birlikte çok zaman geçirdik onunla. Hiç unutamadığım bir gecedir. Deniz, arkadaşlığı verdi bize o gece. Denize yakın olan evimizin verandasında, mangalda pişirdiğimiz etimizi yemiş ve karşılıklı epeyce rakı içmiştik. Denizde bir dalga dahi yoktu. Dümdüz denizin üzerinde ayın pırıltıları dans ediyordu. Denize doğru yürümeyi teklif etti bana. Ayağa kalktık, omuzlarımızdan sarıldık, yürümeye başladık. Tek başımıza ayakta durmamız zordu o gece. Ne güzel mutluluktu bu benim için, ayakta durabilmek ve denize varabilmek için birbirimize ihtiyacımız vardı. Birimiz çekilsek ikimiz de yuvarlanırdık yere. Arkadaşlarımı gördüm, denize girmeye hazırlanıyorlardı. İlhan’ın amcasının oğlu Cengiz Karaefe sahilde rakısını açmış yudumluyordu. İlhan, onun yanına oturdu. Benim altımda zaten mayo vardı. Onların yanından balıklama atladık arkadaşlarımla birlikte gece vakti denize. Denizden çıktıkça yudumluyorduk içkilerimizi, sonra yeniden atlıyorduk denize. O gece, o babadan çok bir arkadaştı benim için. Deniz görmüştü dostluğumuzu.
Yıllar geçti. Sadece deniz kenarındaki tesisler değil hayatımızdaki bir çok öğe de değişime uğradı. Deniz kenarındaki basit tahtadan evlerin yerini, çeşitli seçenekler sunan dünya ölçülerindeki oteller aldı. Çocukken havuzda yüzmek nedir bilmezdik. Şimdilerde ise tatile gidip gelenlerin bir kısmı hiç denize girmeden, vaktini otelin havuzunda geçiriyor. Havuzların bir kenarına kocaman su kaydıraklarını koyuyorlar. Yalnızca çocuklar değil büyüklerin bile ilgisini çekebilecek zevk sunuyor insana bu kaydıraklar. Efecan’ı her sene denize götürmemize rağmen ilk bilinçli deniz gezisini bu yıl yaptı diyebilirim. Çünkü dört yaşına geliyor ve artık bilinçli sorgulamalar yapabiliyor. İlk gün zamanını havuzun etrafında geçirdi. İkinci gün denizle tanışmanın zamanı gelmişti artık. Doğrusu tepkilerini ben de merak ediyordum. İlk önce kumlara kızdı. Terliğinin içerisine kum kaçmasından hoşlanmadı ve çıkardı terliğini. Bu sefer sıcak kumlar ayaklarımızı yakmaya başlayınca başladık koşturmaya. Dalgaların ıslattığı yaş bölgeye ulaştığımızda ayaklarımızdaki sıcaklık serinliğe bıraktı kendisini. Efecan, dalgaları uzun uzun inceledi. Dalgalar ayaklarımıza doğru bir geliyor, bir gidiyordu. Bir süre sonra cesaretle yürüdü dalgaların üzerine. Dalga üstüne gelirken karaya doğru kaçıyor, dalga denize çekildiğinde dalganın üstüne gidip kovalıyordu onu. Bu koşuşturma içerisinde olanca kuvvetiyle zevk çığlıkları atıyordu. Sahilde yürüyenlerin bir kısmı da durup onu seyretmeye başladı. Hepsi gülüyordu onun haline. Bir süre koştuktan sonra dalganın gidip gelmesinin onun koşmasıyla alakalı olmadığını anladı herhalde. Belki de sıkıldı koşuşturmaktan, bilemiyorum. Hemen kumdan kale yapma fikrini attım ortaya. Hep içimde kalmıştır, kumdan kale yapmak. Belki de İlhan ile birlikte hiç kumdan kale yapmadığımızdan mı, nedir? Side’ye gelmeden valize kale için gerekli kova, kürek ve tırmığı elimle yerleştirmiştim. Kalemiz arzuladığım kadar gösterişli olmamıştı. Dondurma çubuğunun üzerine bir kağıt bağladık ve diktik onu kalenin üstüne. Bayrağımızın dalgalanmasını gururla seyrederken, sert bir dalga kalenin yarısını aldı götürdü. Ben ondan daha çok üzüldüm. Kucağıma aldım onu, yavaş yavaş denizin içerisinde yürümeye başladık. Side’nin denizine gidenler bilirler, suyun boy seviyesine ulaşması için denizin içinde epeyce yürümeniz gerekir. Ben yürümeye devam ederken o daha sıkı sarmalıyordu beni. Bir süre sonra hafifçe kendimi suya bıraktım, tabii o da ıslandı. Az bir süre geçti, beni bıraktı yüzmeye başladı şişme kollukları üzerinde olduğu halde. Bir yandan gülüyor bir yandan da beni gözleriyle kontrol altında tutuyordu. O gün, dede ile babanın arasındaki denizin ruhu, baba ile çocuğun arasında belirivermişti.
Efecan, bir gün sonra sabah erkenden kalktı. Beni uyandırdı.
– Haydi Ercan kalk, gidelim.
Ben hemen mayomu giydim, ona mayosunu giydirdim. Denizde bize gerekecek su yatağı, su topu, kova, tırmık ve küreği yanımıza aldık. Tam denize doğru yönelmiştik
– Ercan, nereye gidiyoruz?
– Denize Efecan.
– Hayır, çamura gitmeyelim, havuza gidelim.
On dakika konuşmadım onunla, küsmüştüm küçücük çocuğa. Çamur demişti denize. İlhan ve anılarımız geldi aklıma. İlhan’la denizde yakaladığım mutluluğu Efecan ile de yakalayamayacağıma üzülmüştüm. Acaba çok mu sabırsızdım? Havuza geldik. Uzun süredir cesaret edemediği büyük su kaydıraklarını gösterdi.
– Oradan kaysam tutar mısın beni?
Kaydırakların tepesine tırmandık. Tepeye vardığımızda aşağıya baktı, korkmuştu.
– Vazgeçtim, dönelim.
Kucağıma aldım onu. Kaydırağın başına oturduk.
– Bana güvenmiyor musun?
Bana bir iki saniye baktı ve sonra,
– Güveniyorum da yavaş gidelim ama.
Kaydıraktan süzülürken aşağıya, ikimiz de zevk çığlıkları atıyorduk. Benim çığlıklarım onun cevabınaydı. İki üç kere birlikte kaydıktan sonra bir de baktım bana ihtiyaç duymadan kendi başına çıktı tepelere ve tek başına kaydı. Onunla gururlandım. Bana güveni, öz güvenine dönüşmüştü. Herhalde İlhan da defalarca seyretmiştir benim yüzmemi uzaktan bana fark ettirmeden. Hiç denize girmedik bir daha. Hep havuzda yüzdük. Deniz, bizi uzaktan uzaktan seyretti öyle. “Oh oldu” demiştir herhalde havuzdan kaptığımız mikropla kulaklarımız ağrıdığında. Tatilin sonlarına doğru “Ben bilgisayarımı özledim” dedi bana. Bıkmıştı artık her şeyden. Bilgisayarını kurcalamak istiyordu. Belki de yıllar geçince onu iş mülakatına alacaklar ve hayattaki en büyük başarısı olarak bilgisayardaki en zor oyunda babasından çok puan toplamasını gösterecekti.
Bir gün sonra sabah İstanbul’a dönecektik. Akşam balkona çıktım, biraz da demlenmiştim. Canım sıkkındı bu havuz deniz kavgasına. Baktım ay altında pırıldayan kocaman suya, kızım olursa adını “Deniz” koyacağım dedim, gücenmesin diye. Yüzüm yoktu olan bitene. “Bu oğlan yeni nesil, baksana bilgisayarını kız arkadaşı gibi özledi, dönelim diyor İstanbul’a” dedim, onu üzmemek için. Devam ettim; “Kızlar öyle olmaz, uysaldır onlar, sözümüzü tutarlar”. Denizi kandırdığıma tam inanmaya başlamıştım ki balkonun kapısı hafifçe aralandı ve uykusundan uyanan Efecan çıka geldi.
– Baba, yarın denize girelim mi? Ben denizi çok sevdim.
Canım babam İlhan Karaefe ne kadar sarmaladıysa beni, ben ne kadar sarmaladıysam canım oğlum Efecan Karaefe’yi, deniz bizi sarmaladı kat be kat. Dedeler, babalar, oğullar denizinize sarılın, hala temiz, berrak ve yerinde duruyorken.