En arka koltuğun bir önündeyim, saate bakıyorum, daha beş altı saatlik yolumuz var. Uykum da yok. Eskiden film oynatırlardı da vakit geçerdi. Filmi izlemesen bile, izleyenleri izlerdin. Kim neye ne kadar gülüyor, acıklı sahnelerde kim, nasıl öfkeleniyor derken bir de bakmışsın yol yarılanmış. Sonra bir film daha. Hele açık seçik film oynatırlarsa, çocukları izlemeye doyum olmuyor. Öyle bir merak ki, sonunda dayak da yese onu izleyecek. Havanın kararmasıyla birlikte insanlar da seslerini azalttılar. Artık, daha önemli konular konuşuluyor. Önümdeki koltukta adam birşeyler yazıyor. Yanında kendisinden daha genç bir kadın var.
– “Yazar mısınız?” diye konuya giriyor kadın.
– “Arada bir.”
– “Hayır, mesleğiniz mi diye sormuştum.”
– “Belki, biraz daha sık.”
– “Anlamadım.”
– “Çoğu zaman mesleğimin yazarlık olduğunu hissediyorum.”
– ” Simdi daha iyi anlıyorum. Siz, değeri ve ne söylediği çağında anlaşılamayanlardansınız. Hani şu yazdıkları ölümlerinden yüzyıl sonra okunabilenler…”
– “Yanılıyorsunuz, ben onlardan değilim. Ölüm bir son bence. Kişinin saati ölümle duruyor. Yani ölen kişi için, ölümden sonrası diye bir zaman yok. Bana sorarsanız, kimse ölümünden sonrası için fazla kafa yormamalı.”
– “Yazdıklarınızın kolayca çözülüp, ayağa düşmesinden korkuyorsunuz, belki.”
– “Öyle olsa, kimsenin bilmediği bir alfabeyle yazardım. Hatta olmayan bir alfabe: O zaman, kişinin kendisi bile çözemez gizini yazdıklarının.”
– “Başka türlü sorayım: Örneğin, gökyüzü mavi mi romanlarınızda?”
– “Henüz roman yazmadım. Ama uzunca bir öykü için ılık kurşuni düşünüyorum. Ne yazacağıma ise daha karar vermedim.”
– “Olsun canım. Gökyüzü için bir şeyler bulmuşsunuz ya, bence önemli bölümü bitmiş sayılır. Bana içtenlikle söyleyin : Maviyi sıradan buluyorsunuz. ‘Çorabı kaçık mavi’ ya da ‘gökte dalgalanan hırsız polis mavisi’ deyince içiniz huzur doluyor. Yalnızca maviyse herkesin elinin altında. Oysa ‘dipsiz mavi’ bile bana anlamsız geliyor. Düşünürseniz mavi zaten yeterince derin…”
– “Söyledikleriniz doğru olabilir. Ancak, sizin kullandığınız hali ile gökyüzü başımızın üstünde durandır. Göğün rengini başını kaldırmak yerine başka yerlerde arayan kişiyse, bence bu söylenenlerden daha fazlasını hak ediyor.”
– “Öyle olsun, biz öykünüze dönelim.”
– “Dediğim gibi ne yazacağıma henüz karar vermedim, ama bir anlık bir şey yazmak istiyorum.”
– “Çok iyi düşünmüşsünüz: Güzelce seçilmiş birkaç heceden bence iyi bir paragraf çıkar. Artık teknoloji çağı, fazlası insanları sıkar zaten.”
– “Öykü uzun olabilir, ancak kapsadığı süre hayatın bir anına karşılık gelecek. Örneğin, denizi gördüğü anda ürperen bir kişiyi düşünün. Bu tepkisi henüz bilinci devreye girmeden, içindeki fotoğrafların gönderdiği bir uyarı. İşte bunun gibi, denizi görmekle başlayıp, ancak henüz beyinden gelen bilgiler yerine ulaşmadan bitecek bir öykü. Bu kadarlık bir zamanı kapsayacak.”
– “Beynin işe karışmasından neden bu kadar korkuyorsunuz?”
– “Aslında beyin gene işin içinde, ama yalnızca eski fotoğraf albümüyle.”
– “Peki, sizce bu öykü birazdan, penceresinin altında, kendisini aldatmak için bekleyen bir kılavuzun kucağına atlayacak beş parasız bir çocuğu ilgilendirir mi?”
– “Evet. Belki de en çok onu ilgilendirir.”
– “Bundan emin değilim.”
– “Sizin istediğiniz, pencerenin altında beklerken bir an için öyküdeki gökyüzüne dalan kişinin karın boşluğuna sert bir yumruk atmak. Bu, pek de fena olmazdı hani. Ama doğrusu, ne benim ne de göğün gücü buna yeter. Ben, insanlardan korkarım, üstelik gökyüzünü de fazlasına karıştırmadan olanca sadeliğiyle, kızıl, kurşuni, mavi, ama her ne ise yalnızca ‘o’ olarak yazmasını bilirim ancak.”
Kadın bir şey daha söylüyor ama sesleri duymaz oluyorum. Konuşulanlar çam ormanlarının içinde yitiyor. Gözlerim yavaşça kapanıyor. Kendiliğinden.