-“Kadıköy” dedi minibüs şoförü.
Açılan kapıyla birlikte hafif bir serinlik girdi içeriye, ama dışarıda sıcak yerleri kavuruyor. Dip dibe yanaşmış arabaların arasından hızlıca sıyrılıp iskeleye doğru yürüyorum. Üç yıl önceydi, gene buradan denize bakıyordum, bir karar günü…
O anı canlandıramıyorum şimdi gözümde. Hava serindi, ya deniz? “İsimleri, insanları unutuyorum da, nasılsa, denizin halleri kalıyor aklımda” diye söylerdim kendime. Al bakalım, ne deniz kalmış şimdi, ne de hali.
Meydana doğru yürürken, kıyıdaki gemilerin gölgesindeki gazeteciye takılıyor gözüm. İnsanlar, gazetelerin bir adım önünde kıpırdamadan duruyorlar. Sonradan anlıyorum, uzaktan gazetelerin ön sayfalarını okuyorlar. Ya haber ilgilerini çekerse diye düşünüyorum, devamı iç sayfalarda. Ama, dediğim olmuyor, işini bitiren yavaşça uzaklaşırken yerini bir arkasındaki dolduruyor…
Başka denizlerin balıkları dizilmiş yol kıyısına. Baktığımı görünce,
-“İstersen buzu çözülmemişinden vereyim” diyor satıcı çocuk.
Kızarmış uskumru kokusu geliyor yanımızdaki tekneden. Birden fark ediyorum, deniz, buram buram rakı kokuyor. İşte bu, şairlerin suçu. Kafamızdaki imgelerle oynayıp, çağrışımları alt üst ediyorlar. Görmediğimiz şeylere uzanıyor, hiç duymadığımız sesler işitiyoruz. Bize ait olmayan tuhaf görüntüler sızıyor benliğimizden. Gözüm dalıyor teknelerin isimlerine: Ali Reis, Kurban, Balıkekmek …
Canım çekiyor. Büyükçe bir adımla atlıyorum tekneye. Deniz tarafında bir tabure boş. Biraz sonra, kır saçlı birisi daha gelip karşıma oturuyor, ama teknenin ikinci sallanışında, midesi ağzına gelip vazgeçiyor.
-“Sikt’ret” deyip iniyor tekneden. Elinde tespihi parkın içine doğru uzaklaşıyor…
Doğrulunca, çocukları görüyorum yol tarafında. Ağabeyleri olacak yaştakini kızdırmak için mendillerini kaçırıp, tam yakalanmak üzereyken, diğerine fırlatıyorlar. O da peşlerinden koşturuyor. Ne zamanki sinirlenip birisinin karnına indirecek tekmeyi, oyun o zaman son bulacak. “Satmaya” diyorum “fırsatları yok, oynamaktan”. Balıkçı başıyla onaylıyor, ama anlamadı ne dediğimi, aklı önündeki kızın bacaklarında çünkü. Ne kadar ilgisiz gibi görünmeye çalışsa, o kadar belli oluyor.
Parka doğru yürüyorum. Genç bir çocuk elinde fotoğraf makinesiyle geziniyor. Acaba ne arıyor diye düşünürken, göz göze geliyoruz, sonra çeviriyor başını, aradığı ben değilim… Yanımdan geçerken, banka uzanmış bir adamdan izin istiyor. Ayakkabıları elinde, ayağını boylu boyunca uzatmış, umursamaz bir havada kendi kendine söyleniyor. Olur diyor başıyla ve farkına bile varmadan, elinde ayakkabıları ve yırtık çorabıyla hiç tanımadığı birisinin hayatına giriyor. Ben de varım bu fotoğrafta: görüntünün iki adım dışında.
“Keşke” diyorum “izin vermeseydi”. Çekemediği o kareyi nasıl da büyütecekti çocuk gözünde. Adamın kırışmış yüzüne dokunup uyanacaktı uykusundan. Güneşe bıraktığı umursamaz yüzüyle çocuğun belleğinde her gün biraz daha yaşlanacak ve çektirmediği görüntüsüyle kameranın çevresinde dolaşacaktı. Oysa şimdi teslim oldu: Banyosu yapılıp temizlendikten sonra iki biblonun arasında yer bulacak kendine; ya da bir öğrenci evinin duvarına yaslanıp, yoksul babasını anımsatacak ev arkadaşına. Bunları düşünürken bir bağırtı kopuyor yolda:
-“Şerefsiz”.
-“Tuh sana”.
Birisini ite kaka minibüsten atıyorlar. Adam, düşecek gibi oluyor ama sendeleyip toparlanıyor. Arkasına bakmadan, parka doğru seğirtiyor. Herkesin yüzünde aynı merak:
-“Acaba ne halt karıştırdı?”
Belki diyorum, arka koltukta otururken, kimsenin fark etmeyeceğini düşünerek mastürbasyon yapmaya başladı, ama yanındaki kadın, adamın hareketlerinden kuşkulanıp, ayakta duran ağabeyine işaret etti. Adamın, pantolonunun içinde kaybolan elini izleyenlerin sayısı hızla artarken, ayaktakilerden birisi “hoop, hemşerim…” diye bağırıp, dirseğini adamın kafasına indirdi. Sonra da hep birlikte dışarı sepetlediler. Bu sırada, adam, hızlı adımlarla yanımdan geçiyor, bir işi varmışçasına, sanki biraz önce kıçına tekme yiyerek atılmadı da, evinin önündeki durakta kendi isteğiyle indi. Aynı sözcüğü bu kez ondan duyuyorum:
-“Şerefsizler”
Acaba bu laf kimeydi? Senaryonun başını değiştirmek gerek, ama bunu yapacak gücüm yok. Beni de ilgilendirmiyor zaten, belki de gazetede “Aşkı sıradan hale getirmemek için, yaratıcı olmalı, akla gelmedik sürprizler yaratmalısınız” diye bir yazı okuyup kendince yorumladı; şimdi de o yazıyı yazan gazetecilere sövüyor.
Eğer deminki fotoğrafçı olsaydı, minibüs şoföründen izin isteyip olanı biteni öğrenir, üstüne de adamın bir fotoğrafını çekerdi ki her şey normale dönsün. Düşünürken irkiliyorum: Bana ne ki tüm bunlardan….
Bir yanımda eski şarkılar, bir yanımda lağım kokusu küçük adımlarla Moda’ya doğru yürüyorum.