Sinemada korku filmi izleme alışkanlığım yoktur. Para verip, bilet alıp, sinemada korku filmi izlememe geleneğine geçen haftalarda, “The Exorcist” (Şeytan) filmini izleyerek son verdim. Bu filmin benim açımdan özelliği, aklı ve bedeni ürperme ve korku filmlerinden etkilenme çağına gelmiş bir çocuk olduğum yıllarda vizyona (ilk kez) girmiş olması ve o dönemde izlememiş olmama rağmen, film hakkında anlatılanlara dayanarak, kendi hayal dünyamda yarattığım korku sahneleri ile gerçek filmdeki sahneleri 30 yaş itibariyle mukayese edebilmem olmuştur. Böylece gerek korku filmlerine, gerekse de çocukluğumdaki ürpertilere bir dönüş yaşamış oldum.
Yaş itibariyle korku filmi izlememe ailem tarafından izin verilmediği yıllarda, ben de bu büyük eksikliği kendi kendime çözmek durumunda kalmıştım. En büyük zevklerim arasında gazetelerde yer alan sinema reklam sayfalarına -abartısız- saatlerce bakıp o film hakkında çeşitli tahminlerde bulunup, kendimce senaryoyu geliştirmek yer almaktaydı. Gelişmekte olan görsel efektlere de haddinden fazla yer veriyordum bu enteresan eserlerde. Beni en fazla üzen konu ise, kazara bunlardan anneme bahsettiğimde bana ” Aman Hakan, hayal mahsulü konulara bu kadar kafa yorma … O filmlerin hiç biri gerçek değil, film hileleriyle gerçekmiş gibi görünen sahneler ….vs. vs…” derdi ve ben “hayal mahsulü ve “film hileleri” sözlerini duyunca çok rahatsız olurdum. Hala da bu isim tamlamalarını duymak hoşuma gitmez.
Özellikle, geliştirdiğim şeytan temalı korku filmleriyle ilgili başlıca kaynak, doğal olarak, “Şeytan” filmi olmaktaydı. Birkaç sinema dergisinde gördüğüm çeşitli şeytanlı film karelerini de diğer kaynaklar arasına eklemek gerekir. Çevremde filmi izleyenlerin anlatım ustalıkları sayesinde (ya da benim dinledikçe kendinden geçerek olayın içine giriveren ve kendisini filmdeki zavallı kız Regan [Linda Blair] ile özdeşleştirerek ürpertili bir paniğe sürüklenen gencecik dimağımın yardımıyla) izlememiş olduğum bu filmi bir korku başyapıtı olarak kabul etmeme ve kendi kendime “tüm zamanların en korkunç filmi” ilan etmeme neden olmuştu. Aynı yorumların sinema eleştirmenlerince bugünlerde yapıldığını görünce şaşırdığımı söylemeliyim. Demek o yaşta, hem de izlemeden, bir filmi, bir sinema eleştirmeni seviyesinde değerlendirebilmiştim. “Şeytan” filminin yenilenmiş ve eksiklerinin tamamlanmış haliyle vizyona girmesi bende çocukluk düşlerimle, uykusuz geçen gecelerimle, yarattığım korku modelleri ile yüzleşme şansı yarattı. Üstelik bu yüzleşmenin sinema salonunda gerçekleşmesi de çok önemliydi benim için. Keza o yaşta bu filmi sinemada izlemem mümkün olamamıştı. Sonuçta filmi izledikten sonra, tahmin ettiğim üzere kendi hayal dünyamda yarattığım sahnelerin ve makyajın, filmdekinin yanında çok daha ciddi bir korku sağanağı olarak kaldığını görmüş oldum. Ancak yine de hakkını vermek gerekir ki benim bile tasarlayamadığım kalitede sahneler de mevcut (elbette ki 29 yıl önceki teknolojiyle çekimlerin yapıldığını göz önünde tutarak). Her ne kadar senaryosu rasyonel bilimin aşağılanması ve koyu katolik inancın yüceltilmesine de dayansa, ateist ve eşinden ayrılmış bir kadının ve babasız zavallı kızının şeytan tarafından seçilmesi ve bu kadının evine girip çıkan sevgilisinin ilk kurban olması gibi temel rahatsız edici tarafları da olsa, ben asıl değerlendirmemi saf korku üzerine yaptım, ve filmi bu anlamda gayet başarılı buldum ve “…yıllardır boşuna korkmamışım…” diyerek rahatlamış oldum.
Kaldığımız yerden çocukluğuma dönülürse, bir süre sonra şeytanlı filmlerin, yerini kurt adamlı korku filmlerine bıraktığı görülebilir. Bunun da nedeni yine bana zalimce anlatılmış “Çığlık” adlı bir kurt adam filmiydi (Wes Craven’in ‘Gençler Panikte’ tarzındaki yeni dönem filmi olan Çığlık [Scream] ile karıştırılmamalı). Bu kez çok daha fazla korkmuştum bu canavar türünden ve de filminden. Hatta o kadar etkilenmiştim ki, sanki filmi izlemiş gibi bir edayla, konudan haberdar olmayan arkadaşlarıma bu filmi anlatmaya ve onların da betlerini benizlerini attırmaya başlamıştım. Dinleyenler de beni filmi izlemiş sanıyorlardı ve ben durumu hiç bozuntuya vermiyordum. İzlemediğim anlaşılsaydı belki de bu kadar etkilenmeyebilirlerdi. Sonuçta kendi katkılarımla ortaya yine, yeni, özgün korku sahneleri çıkıyordu. Belki de bana anlatanlar da izlememişlerdir bu filmleri, kim bilir…
Her neyse yorgansız, pikesiz uyunan Ankara’nın boğucu yaz gecelerinde kan ter içerisinde, tüm vücudumla beraber kafamı da battaniyenin içine sokarak uyumaya çabalar olmuştum. Hayattaki en büyük problemim, bir kurt adamla, bir dolunay gecesi, saat 23:59 gibi karşılaşmak olmuştu artık. Yani bu canavarın hem insan, hem kurt halini görmek, arada da, tam gece yarısında, o kepaze dönüşüm sürecine şahit olmak, adamın kıllanmaya başlaması, dişlerinin uzaması, çenesinin fırlaması filan benden uzak olmalıydı. Bu gereksiz süreç tamamlandıktan sonra da malum saldırı gerçekleşecek (onca şatafatlı dönüşümden sonra elbette ki saldıracak, gözlerini benden kaçırarak görmezden gelip çekip gitmesi söz konusu olamazdı doğal olarak…) ve bu elim saldırıdan itibaren hayatımın geri kalan kısmını bir kurt adam olarak geçirecektim ben de. (Çünkü tıpkı bir vampirin dişini geçirdiği kişinin de vampir olduğu gibi, bir kurt adamın da kan temasında bulunduğu kişi kurt olmaktadır bir süre sonra). Dolunaydan dolunaya, sağa sola saldırılarda bulunup, tam kalbimden altın veya gümüş bir kurşunla vurulana dek bu anlamsız mesaiye devam edecektim. Gündüzleri çok rahattım ama geceler bitmek bilmiyordu. Ayrıca, bu filmi halen izlemiş değilim.
Sonra video günleri başladı. Her sokakta birkaç video kulüp ve sayısız, isimsiz her türden filmler -ilk görüldüğünde hayretler yaratan video kasetlerle- hayatlara girdi. Dolayısıyla en berbat korku, dehşet ve gerilim filmleri de piyasada dolanır oldu. Aklımda kalan en itici korku filmleri Alman menşeili, her tür iç organın ve kopma parçalanma, yenme, yutulma, kemirme sahnelerinin bir belgesel açıklığında gösterildiği, zeka ve estetikten yoksun, hiçbir sanatsal kaygısı olmayan, iğrenç zombi filmleridir. “Zombiler Alışveriş Merkezinde”, “Zombi Stratejileri”, “Zombiler Kırsal Yöreleri Basarken” gibi saçma sapan filmler video kasetler sayesinde hızla yayıldı bir süre. Elbette videoları ve kasetleriyle yurda dönüş yapan gurbetçilerimizin de bu konuda verdiği desteğin önemi büyüktü. Zombiler dışında vampirli, perili evli, yaşayan ölülerli filmler de beni fazla etkileyememiş ya da en azından bende uykusuz bıraktıracak gerilimi yaratamamıştı. (Bu arada yine de Drakula’ya gereken saygıyı göstermeliyim, ne olursa olsun). Derken 13. Gün, Halloween, Kötü Ruh, Inferno gibi filmlerin dönemi başladı, ve bu filmlerle kısa süreli ilişkilerim oldu.
Artık korku filmlerine eskisi gibi derinleşemiyordum. Belki bunun nedeni yeni filmlerin eski filmlerin kalitesini yakalayamamış olmaları veya bendeki, yaratan ve de yarattığından korkan, yapının bozulmasıydı. Belki de Fen Bilgisi öğretmeninin (Kemal Kolcuoğlu) eğri çenesinden çıkan “Hakan Küçükçınar: Yazılı notun = 1 sözünü duymakla birlikte sınıftaki tek 10 üzerinden “1” notunu alan başarısız ortaokul öğrencisi olarak anılmaya başladığım o andan itibaren korku nehirlerim farklı bir vadiye doğru akmaya başlamış oluyordu. Artık en büyük korkum veliler toplantısı veya sıradan bir okul gününde, teneffüs sırasında, seri adımlarla okulun koridorlarını arşınlayarak sınıf öğretmenini arayan babamın görüntüsü olmuştu. Şeytan çıkarma seanslarına katılmayı veya saygısız bir kurt adamla karşılaşmayı tercih ederdim bu enstantaneye.
Bugünlerde hiçbir korku filmiyle ilgilenmiyorum. Ürpermeyi ve kanımın donmasını çok özledim ama o hissi artık yakalayabileceğimi sanmıyorum. Bunun büyümeyle ve çocukluğun sona ermesiyle ilgili olduğunu da düşünmüyorum. Ürpermek yaşama katılmaya ve “oyuna devam” etmeye yönelik bir tepki bence. İnsanların korku kanallarının tıkanmasının da, yaşamdan tat alamamanın veya gündelik hayatta yaşanan kırıklıkların kişilerin içindeki çeşitli tatları ve taşları ayıklamasıyla ilgili olduğunu düşünüyorum.
Şu an korku sinemasıyla ilgili tek hedefim “Çığlık” filmini en azından videodan izleyebilmek ve uykusuz, sıcak yaz gecelerinde battaniyenin altında terden bayılmak üzere olan halimi kısa bir süre bile olsa anmak. Şeytan filminden sonra girdiğim bu havayı iyice pekiştirmek adına…Ayıklanmış tüm tatlarıma ve taşlarıma rağmen… Ve yaşamımdaki en büyük problemimin bir kurt adamla, bir dolunay gecesi, saat 23:59 gibi karşılaşmak olasılığı olması dileklerimle…