Bozkır -I-

Bozkır -I-

Yaz günü… İç Anadolu… Uçsuz bucaksız bozkırlar uzanıyor yolun hemen yanında. Bir ağacın altına oturup sapsarı bozkırı izliyorum. Gökyüzü bulutsuz, cıncık maviliğinde… Neşet Ertaş’ın, baba Muharrem Ertaş’ın, Keskinli Hacı Taşan’ın bozkırlarını…

Neşet Ertaş’ın ağzından duyduğumuz Âşık Arap Mustafa’nın “Zahide’m” türküsünün beşiği… Zahide’m çalıyor arabada. Bütün bozkır, börtü böcek, bütün cıncık gökyüzü “Zahide’m” türküsüne kulak kesilmiş. “Zahide’m” türküsünün öyküsü burada yaşanmış, türkü burada yakılmış ama yine de ilk kez dinleniyormuşçasına bozkır pür dikkat tüm bozkır, tüm cıncık gökyüzü…

Herkesin bir yarası var. Her baş, bir öykü ama yaralı bir öykü… Neşet Ertaş da “Herkesin bir Zahide’si vardır.” derken bu yaraya değinir aslında. Herkesin bir Zahide’si vardır, Neşet Usta. Vardır. Çünkü herkesin yarası vardır. Hani türküde “Yine bir laf duydum, kırıldı belim” der ya âşık. “Kırıldı belim” ile ne de güzel anlatmış bir şey yapamaz durumda olmayı. İncelikli bir dize… Naçar kalmak dedikleri bu olsa gerek. Bozkır insanı böyle işte… Kavrulduğu sıcakta, ham kabalıklarda bile incelikli sözler söyleyebiliyor. Bu incelikli çaresizliği bir bozkır âşığı dillendirebilirdi zaten. Âşık Arap Mustafa’dan başka kim haykırabilirdi bu ince acıyı? Kim? Herkesin bir Zahide’si (bir de Elif’i) vardır. (Bir tek sen Elif, bir tek sen sessizliği sevdin. Bir tek sen…)

Güz bozkırı sıcak, sapsarı… Otlar, biçilmiş ekinler sapsarı uzanıp gidiyor. Sonu yok sanki sarı bozkırın. Öğle zamanı… Ne bir gelen ne bir giden… Çok yukarılarda güzü hisseden leylekler, çığlık çığlığa göç ediyor. Yeni yerlere, çok uzaklara… Az sonra gölgeleri bozkıra düşen leylekler de gözden kayboldu. Çığlıkları da… Bozkır yine sessiz…

Arap Mustafa, yanında büyüdüğü Mehmet Ağa’nın kızı Zahide’yi sever. Türküyü ortaya çıkaran da zaten Zahide’ye olan aşkıdır, Zahide’nin güzelliğidir. Mustafa, Zahide’yi çok sever. Çok sever, çok sever de içine atar hep. Demez, diyemez. Diyemez çünkü yoksuldur, diyemez çünkü kimsesizdir, bir dalı yoktur. Diyemez çünkü davul bile dengi dengine, derler. Davullar bile…

Yoksulluk yakar, yoksulluk acımasız… Yoksulluk belini büker insanın, namerde muhtaç eyler. Yoksulluk gurbet, der. Gurbet… Mustafa da gurbete, çalışmaya gider. Para tutacak, gelip Zahide’yi isteyecektir. Bu hayallerle Mustafa çalışır da çalışır. Eller uyurken o ha bire çalışır. Zahide vardır geride. Hayallerinde Zahide vardır. Ama bir de yoksulluk vardır. Yakasından bir an bile düşmeyen yoksulluk…

Zahide de Mustafa’yı sevmektedir. O da diyemez sevgisini. Oysa dese bir, Zahide bunu dese bir… Mustafa bunu duysa bir… Mustafa’da ne gam kalacak ne yoksulluk… Mustafa, bunu bir duysa kuş olup uçacak, Mustafa kâh yeryüzünü kâh gökyüzünü seyran eyleyecek Nesimi gibi. Ah, Zahide bunu bir dese, bir haber uçursa gurbete… Ah, Mustafa bunu bir duysaydı!

Babası Zahide’yi zengin bir adamla evlendirir sonunda. Mustafa, Zahide’nin evlendiğini duyunca “Bir haber duydum, kırıldı belim/ Zahide’m kurbanın olayım ne olacak halim?” der. Çöker olduğu yere. Mustafa artık umutsuz… Mustafa hevessiz… Yoksulluğa dayanır da buna dayanamaz. Mustafa, soğuk bir yılan gibi yakasını bırakmayan yoksulluğuyla kalakalır öylece. Yer demir, gök bakır…

Zahide, 1965 yılında ölür, bir yıl sonra da Arap Mustafa… Şimdi Mustafa mutlu mudur? Zahide’sine kavuşmuş mudur? Hâlâ yoksul mudur? Soğuk yılan yakasında mıdır hâlâ?

(Herkesin bir Zahide’si varsa Neşet Usta, herkesin bir Elif’i yok mudur? Sonra Neşet Usta, sonra Âşık Arap Mustafa neden Elifler, Zahidelere benzer? Neden uçup giderler erkenden? Neden leylekler gibi çekip gider Elifler de uzak yerlere, çok uzaklara?)

Radyoda başka bir türkü çalıyor. Yozgat Sürmelisi… Dersini almış da ediyor ezber, dizesiyle başlıyor türkü. Yine bozkırda yakılmış bir türkü… Dersini almış da ediyor ezber. Herkes, ezber ediyor. Herkes dersini almış da ezberini ediyor. (Bir tek sen Elif, bir tek sen ezberde değilsin. Bir tek sen ezber yapmıyorsun. Neden peki?)

Yozgat’ı sel almış, Sorgun’u duman… Kaşın çeymelenmiş kirpik üstüne, havada bulutun ağdığı gibi, diyor türkü. Sözleri ince, dillendirdiği sitem ağılı, yükü çok ağır… Kezzap gibi yakıyor yaşanmışlık ve incelik…

Bozkır sıcak… Öğle vakti… İnce bir yel çıktı. Yel, hangi dağdan alıp geldiyse her yan kekik koktu. ( Elif de severdi kekik kokusunu.) Arabanın radyosunda türküler bitti. Türküler sustu.

Yoksulun ne aşkı ne de varlığı olur. Yoksul, kalbinin dediğini değil, dengi olanı sevsin, isterler. İsterler ki gönül, sevmesin; severse de had bilsin. Davulu hatırlatırlar. Yoksulun sevemez sanki, yoksulun gönlü yok sanki? Amma velakin yoksulun yüzü soğuk olur. Yoksulun hastası, zenginin orospusu sorulmazmış. Yoksulun gönlü mü? O hiç sorulmaz işte. Vah ki ne vah!

Zahide ağır türküdür. Yozgat Sürmelisi de… Dinleyeni vurur. (Seni vurmaz mı hiç Elif? Senin yüreğin neden suskun?)

(Yazının ikinci bölümü için tıklayın.)

1 Comment

  1. Yine bam teline dokunmuşsun sevgili arkadaşım. Anadolu insanının duygularına tercüman olan Karacaoğlan ne diyor: “Üç derdim var birbirinden seçilmez. Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm.” Aynı duygu dolu dizeleri ne güzel seslendirir aşık geleneğinin son temsilcisi Neşet Ertaş. Bozkırın türküsü Bozlaktır, O da hep acı, hep kahır, hep göz yaşıdır.
    Erhan Karakahya

Yorumlar kapatıldı.