Dublin

Dublin

İlk defa gittiğim bir şehirde yaşadığım en keyifli an, havaalanından ayrılıp otele giderken etrafı seyrettiğim andır. O sürecin tadı, başka hiç bir şeyde bulunmaz. O yolculuk süresince gördüğünüz her şey çok yeni, çok yabancı, çok sürprizlidir. O şehirde geçmiş bir film izlemişseniz ya da daha iyisi, hayal gücünüzü kullanabildiğiniz bir roman okumuşsanız, -benim gibi- hayalleriniz gerçeğe dönmeye başlamıştır.

Daha havaalanında, Dublin’in ne kadar pratik bir şehir olduğunu anlıyorsunuz. Dublin havaalanından şehre giden otobüsler çok konforlu ve her an elinizin altında. Havaalanından şehir merkezine yolculuk aşağı yukarı 20 dakika sürüyor. Yol keyifli… Yemyeşil Dublin’de kırmızı tuğlalardan yapılmış masal evlerini seyrederek son derece düzenli şehrin sokaklarından ve caddelerinden ilerleyerek şehir merkezine ulaşıyorsunuz. Yolculuk süresince de Şubat ayında olmanıza ve üzerinizde kaz tüyü mont bulunmasına rağmen dışarıdaki insanların t-shirtlerle geziyor olmalarını hayretle izliyorsunuz. Evet hatta Dublin’in dünya güzeli kızları, straplezlerle dolaşıyorlar ve en küçük bir üşüme belirtisi göstermiyorlar. Şimdi buna şaşıranlar olabilir ama bir gün sonra da denize giren İrlandalıları gözümle görünce bunların ‘üşümeyen ırk’ olduklarına karar verdim.

Dublin’e gitmeden önce, her zaman yaptığım gibi, gideceğim yer hakkında dersimi sıkı sıkı çalıştım. Wikipedia’da Dublin’in Londra ve Paris’ten sonra Avrupa’nın en çok ziyaret edilen şehri olduğunu görünce şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Konusu Dublin’de geçen okuduğum bazı romanlardaki tasvirler yüzünden ben bu seyahate çok heyecanlıydım. Ama vize başvurusunda bulunmak için konsolosluğa gittiğimizde, oradaki görevli bile kış günü Dublin’e gitmemize pek bir anlam veremiyor gibi görünmüştü. “Zaten Türklerin de gitmeyi çok tercih ettikleri bir destinasyon değil” diyordu.

Dublin’e ulaştığımızda ne kadar doğru bir tercih yaptığımızı gördük. Avrupa’nın pek çok şehrini görmüştük ama bu karşımızdaki çok daha samimi, çok daha neşeli, çok daha dost canlısı, sıcak ve renkliydi. Ne Londra’ya benziyordu ne Viyana’ya… Dublin vakur ama şefkatli, disiplinli ama toleranslı, mesafeli ama hoşsohbet bir dost gibiydi. Yanında hem emniyette hissettiğiniz, hem de çok eğlendiğiniz.

Otelimizi bu defa ben seçtim. Dublin’deki çok sayıda otel arasında, ben eski, orijinal, mistik, nevi şahsına münhasır bir yer tercih ettim. Her zaman modern, lüks, seçkin oteller arasında eleme yaparken bu defa tek gözettiğim kriter otelin tipik bir George devri semtinde, George üslubu bir bina olması, mümkünse mobilyalarının modern olmaması, en azından Dublin’in 1000 yıllık geçmişinin biraz da olsa izlerini taşımasıydı. Çünkü Dublin çok kişilikli, çok özel bir kent. “George” ise çok sevilen, tarz sahibi, hanedanlığı döneminde tiyatro ve müziğin geliştiği, usta mimarların İngiltere’den getirilerek şık binalar ve parkların inşa edildiği, saygıdeğer bir kral. Gerçekten de “Fitzwilliam” semtine şöyle bir baktığınızda, yüzlerce yıllık, inci gibi dizilmiş, kapıları kırmızı, mavi, sarı hatta fuşyaya boyanmış o harika tripleks evlerden, kilometrelerce uzunlukta caddelerden, bunların ortasına kurulmuş olağanüstü güzellikteki St.Stephen’s Green Parkı’ndan oluşmuş, benzerini görmediğiniz güzellikte şık, seçkin, ve soylu bir mekan görüyorsunuz.

Bizim otelimizin bulunduğu Fitzwilliam semti gerçekten de hem fiziksel olarak kusursuz, hem Dublin’in ruhunu yaşatması bakımından özel, hem de Dublin’in en lüks ve popüler alışveriş, eğlence ve sosyal merkezlerine yürüyerek 10 dakika uzaklıkta olması bakımından iyi bir seçim.

Bodrum’da Yemek

Otelimiz, Dublin’deki pek çok otel gibi, bu George üslubu binalardan biriydi. Bu binalar aslında herbiri bir aileye ait olan evler. Hepsi Tripleks, bir de bodrum katları var ki bu kat hayati önem taşıyor. Özgürlük mücadeleleri bakımından bizim milletimize benzeyen Güney İrlandalılar, Kuzey İrlanda, İngiltere’ye bağlı kalırken, buna karşı bağımsızlık mücadelesi vermiş ve 1948 yılında, Cumhuriyet Yasası ile Britanya ile bağlantılarını koparmış. Ancak, yüzlerce yıl mücadele etmek ve savaşmanın etkisi olsa gerek, mutfaklarını hep evin en korunaklı yeri olan bodrum katına yapmışlar. Burası cadde seviyesinden bir kat aşağıda, dışarıdan bakıldığında kolay görülmeyecek şekilde yapılmış. Şimdilerde ise bu evlerin maliyeti, küçülen ailelere çok yüksek geldiğinden, evler otel, iş yeri, çocuk yuvası, okul ve restoran olarak kiraya veriliyor. Bodrum katlar hep restoran olarak kullanılıyor.

Evlerin ilk katı, salon ve oturma odası olarak kullanılıyormuş. Şimdi de lobi ve resepsiyon olarak kullanılıyor. Günün her saatinde yanan şöminenin başında, eski tarz kadife kaplı kanepelerde içkinizi yudumluyor, İrlanda müziği dinleyip, duvarlardaki tabloları seyrediyor, kitabınıza gömülebiliyor, sessiz Fitzwilliam’da huzurlu bir kaç saat geçirebiliyorsunuz. Sıcakkanlı, konuşkan İrlandalılar muhakkak size bir laf atıyor ve sohbeti koyulturken, bu insanların nasıl olup da İngilizlere hiç benzemediklerine gerçekten şaşıyorsunuz. Üst katlardaki odalar, bu sükunete uygun olarak, yüksek tavanları, el oyması mobilyaları, kadife cibinlikli ahşap yatakları, anneannelerimizin evlerinden sonra hiçbir yerde görmediğimiz o eski dört kollu musluklarıyla çok otantik. Odada yürürken yaşını bilmediğiniz tahta döşemelerin çıkardığı o gıcırtının verdiği keyif, iç huzuru başka nede vardır? İyi ki buradayım diyorsunuz sık sık. Yaşasın!…

(Bu arada küçük bir not: ‘en suite’ diye bir kavram var. Kendi banyosu olan odalara deniyor. Bir de kendi banyosu olmayan odaların olduğu oteller ya da ‘hostel’ler varmış. Öğrenciler buraları tercih ediyorlarmış. Çok ucuz ve şehir merkezinde olanları da varmış. Dublin’e gitmeyi düşünen öğrenci arkadaşlara duyurulur…)

Oteli işletenler ve çalışanlar arasındaki hiyerarşi anlaşılır gibi değil. Bir bakıyorsunuz, kahvaltıda siz ‘House Omlette’ (Nefis bir şey, içinde bütün sebzeler ve mantar var, kocaman)’inizi yerken, otelin genel müdürü elinde demlikle gelip ‘çay alır mısınız?’ diye soruyor. Ya da resepsiyon görevlisi bir damlacık bir kadın olan Martha, sizin iki kişi kaldıramadığınız ağır bavulunuzu tek eliyle merdivenlerden yukarı taşıyor. Kompleks yok. Doymamış ego yok. Herkes keyifle çalışıyor. İçten, dürüst, samimi ve saygılı insanlar. Türkiye’yi merak ediyorlar. Bir sanatçı olan İrlandalı Sancho (Evet, Don Kişottaki gibi ve İrlandalı) Türkiye’de 3 yıl yaşamış, unutamıyor. Tek hayali var, tekrar gelip burada daha uzun zaman yaşayabilmek… Ağabeyi bir Türkle evlenmiş, o da aynı şeyi istiyor sanıyorum. Çok güzel Türkçe konuşuyor. ‘Beyoğlu’ diyor. ‘Benim mekânımdı’…

Beyoğlu’nda İçki

Buranın Beyoğlu ise meşhur ‘Temple Bar’. Burası bir cadde üzerine sağlı sollu yerleşmiş barlar, restoranlar, publar, oteller ve kafelerden oluşan bir muhit. İnanılmaz kalabalık, keyifli. Herkes sarhoş ama rezalet çıkaran yok. Herkes edepli. Ortalık son derece emniyetli. Kızlar tek başına içiyor, eğleniyor, etrafında ne rahatsız edici bir bakış var ne tacizci çemberi. Herkes özgür, ama özgürlüklerini kullanabiliyor, yaftalanmıyor, etiketlenmiyor, sınıflandırılmıyor, dışlanmıyor, gönlünce eğlenirken yargılanmıyor, üzülmüyor. Sarhoş olanların tek bir zararı var, o da mide muhteviyatlarını zaman zaman içlerinde tutamıyorlar ki bu normal. Ne nara atan, ne ona buna sataşan. Bir iki evsiz dışında zaten fakir fukara da yok. Öyle kapkaç, mendilci çocuklar falan. Hiçbiri yok.

Temple Bar gece hayatını sevenler için çok iyi bir seçim. Ulaşım sorunu da yok. Merkezde, her yere yürüyerek gidebiliyorsunuz. Publarda, müzikler harika, garson kızlar güzel, ortam keyifli, menüler süper. Ancak otel seçimini Temple Bar’dan yana kullanmak ne derece doğru olur bilemiyorum, çünkü oldukça gürültülü bir mekan burası. En iyisi burada geç saatlere kadar eğlenip, sakin bir otelde uyumak ve bir sonraki güne ve geceye dinlenmiş olarak başlamak.

Dublin’in nüfusu sadece 520.000. Ama günün her saatinde her yer kalabalık. Gece de restoranlarda yer bulmak bazen zor oluyor. Adet, rezervasyon yaptırmak. Publarda ise ayaktasınız çok zaman. Gündüz ise herkes yürüyerek işe gidiyor. Kentin içindeki geniş parklar, insanlara hem işe giderken ve işten dönerken keyifli bir yürüyüş olanağı veriyor hem de caddeler arasında by-pass yapma seçeneğini. Genellikle saat 9.00’a doğru işe gidiyorlar, saat 16.00 civarı da işten çıkıp doğru alışveriş merkezlerine yollanıyorlar. Herkes her gün alışveriş yapıyor ki, burada da ekonominin kişilerin borçlandırılması ve borçlu yaşaması üzerine kurulduğunu anlıyoruz. Herkes şık ve yeni giyiyor. Akşam herkesin (erkeklerin bile) ellerinde alışveriş poşetleri. Giysi ve ayakkabıya meraklılar. Marka giyiyorlar. Brown Thomas diye bir mağazaları var ki girmemle çıkmam bir oldu. Bütün ünlü tasarımcıların kreasyonları var ama tabii fiyatlar dehşet. Şöyle söyleyeyim bir fikir olsun; hayatımda ilk defa 1.000 Euro’ya düz beyaz penye t-shirt’ü orada gördüm. Bir daha da göreceğimi sanmam. (Allah göstermesin ya 10 EURO sanıp alsak?) Ama çok şık bir mağaza olduğunu, içinin de günün her saati izdiham sınırlarında kalabalık olduğunu söylemeliyim.

Grafton Street, bizim İstiklal caddesinin benzeri, (ama itiraf etmeli, daha emniyetlisi) şık bir alışveriş caddesi. Dublin şehrini ikiye bölen Liffey Nehri’nin güneyini tercih edenler için alışveriş merkezi burası.Bildiğimiz bir çok çokuluslu mağaza zinciri var burada. Fiyatlar kuruşu kuruşuna Türkiye ile aynı. Ürünler de aynı. Yani enteresan bir şey yok. Ama kafeler, bir de ara sokaklar değişik. Aynı Beyoğlu’nun arka sokakları gibi. Elinizi cebinize sokup, amaçsızca dolaşın. Terapi gibi. Hem de sürprizli. Çok hoş bir butik, otantik şeyler satan ıvır-zıvırcı ya da enteresan bir İrlanda ev yemekleri büfesine denk gelebiliyorsunuz. Hava hafif serin ama üşütmüyor, temiz ve ferah. Golf Stream’in etkisi hep yumuşak tutuyor havayı.

Her ‘dünyalı kadın’ gibi benim de önceliğim alışveriş. Kültürel gezinin sırası da gelecek ama birşeyler almalıyım. Çarşıya çıkıp da otele eli boş dönmek kabul edilemez bir şey. Dublin’in en meşhur ürünü el dokuması şalları, kazakları, battaniyeleri. Ama İstanbul’da kullanmak için uygun şeyler değil bunlar, belki Kartalkaya’da. Bir de antikalar var. Güzel ama tarzım değil. Alıp ne yapacağım? Tatlı ve çikolata? Eveeet!. Her ‘dünyalı kadın’ gibi ben de bayılırım bunlara. Öyle çok çeşit var ki inanılmaz. Dünyanın bütün ülkelerinin tatlılarını bulabiliyorsunuz. Baklavayı bile… Tabii tatlı için en doğru adres Grafton’daki Bewley’s Cafe. Grafton’un ortasında, alt katı restoran, üstü cafe. Leziz sandviçler, salatalar ve tatlıları var. İrlandalılar, kızarmış ekmeğe ya da bizdeki ponçik gibi bir şeyin üzerine bol bol marmelat sürüp yemeye bayılıyorlar. Bense tabii ki bol çikolatalı bir turtayı ve ahududulu bir koca porsiyon strudeli tercih ediyorum. Yazımı okuyan herkese de -yolu Dublin’e düşerse- tavsiye ediyorum.

Yiyeceklerden açılmışken atlamadan söylemeliyim ki Dublin, gurme eşim ve boğazına gayet düşkün olan -ama max.38 beden olan- benim için ideal bir şehir. Dünya mutfaklarının hepsi var şehirde. Ama daha önemlisi restoranlar şık, samimi, keyifli ve çok lezzetli menülere sahipler. Hiç bir yerde uyduruk yemek yok. Hep özenli ve teferruatlı yemekler hazırlıyorlar. Buna karşılık çok pratik ve titizler. Küçük esnaf lokantası kılıklı yerlerde bile tuzluğu tuttuğunuzda elinizde yağ kalıntısı kalması gibi sinir bozucu şeyler olmuyor. Porsiyonlar, şık otel restoranlarında küçük ama çok lezzetli ve çeşitli, şehirdeki 1. sınıf restoranlarda ve diğerlerinde ise kocaman. Bizim favorimiz, yerin yarım kat altında, eskiden bir mahzen olduğu izlenimi veren, duvarlarında şarap şişelerinin ve kurutulmuş sebzelerin dizili olduğu, örtüsüz, tahta masalarda yemek yediğiniz tipik bir trattoria olan, Temple Bar Meeting Square’deki İtalyan Restoranı. Bağırarak konuşup yüksek sesle gülebileceğiniz (ben öyle yapıyorum), harika şaraplar bulabileceğiniz İl Baccaro. Turistlerce tercih edilen Eden Restaurant’ın karşı köşesi. Bir de Dame Street’teki Boccaccio var ve bir de müşterileri karşılayan bir İtalyan var ki orada. Mutlaka ama mutlaka görülmeli. (Hangisi? Restoran mı, İtalyan mı?). Şık ve piyasa restoran (ünlülerin gittiği, bizdeki Paper Moon ya da Mirror gibi) Trocadero, Temple Bar’daki pubların menüleri ve 66 gibi elegan seçenekler bol bol bulunuyor Dublin’de. Yine de İrlanda yemeği yemeliyim diyorsanız mutlaka bir şehir dışı turu almalı, uçsuz bucaksız çayırlarda, (Brave Heart’ın çekildiği yerlerde), köy otellerinde yemelisiniz. Şehir içinde de çok var İrlanda yemeği yapan restoranlar ama İrlanda’nın inanılmaz yeşillikteki, ve şubat ayında bile yeşil kalmakta ısrarlı dağlarında, duvarlarını geyik kafalarının süslediği küçük ahşap bir restoranda yemek yemek gibi bir tecrübe sık sık yaşanmaz. Denenmeli.

Zaten Dublin’e kadar gidip de bir ‘country tour’ almamak olmaz. Bu turları turizm ofislerinden alabiliyorsunuz. Otelinizden de rezervasyon için yardımcı oluyorlar. Biz Dublin’in güneyindeki Wicklow’u tercih ettik.

Sabah 9:00’da Shelbourne Oteli’nin önünden başlayan tur, sahil yolundan güneye doğru önce DunLaoghaire Harbour ve yazının başında bahsettiğim, 5 santigrat derece soğukta ve kesinlikle sert esen bir rüzgara karşı yüzen insanları gördüğümüz köyden ‘wild country’ ye doğru devam ediyor. Baktığınız her yer uçsuz bucaksız yeşillik. Dağlar, nehirler, ıssız dağ gölleri. Bunların arasına serpiştirilmiş malikaneler… Küçük şirin köyler, mezarlıklar. Binlerce tür ağaçtan oluşmuş ormana baktığınızda, sanki dünyanın tamamı ormandan oluşmuş, başka hiç bir şey yokmuş gibi hissediyorsunuz. Avoca Village adında, ormanın içindeki küçük bir köyde mola veriyor ve ünlü el dokumalarından satın alıyoruz. Bir de cafedeki inanılmaz güzellikteki tatlılarından.

Tabii ki sadece alışveriş ve yeme içmeye dalmadık. Dublin kendisi bir tarih.Milattan önce 6. yüzyılda Kelt’lerin ülkeye gelmesiyle tarihi şekillenen İrlanda, daha sonra Vikingler’in saldırısına uğramış. Vikingler Dublin’e ‘Kara Gölcük’ (Dubh Linn) adını vermişler. İrlandalıların Dublin’i Vikinglerden geri alması M.S.1038 yılını bulmuş. Ancak çile bitmemiş. Bu defa da 1169 yılında, Anglonorman akınına uğramışlar . 1919-1921 yılları arasında (evet Türkler’in Bağımsızlık mücadelesiyle aynı zamanda), İrlandalılar da Britanya ile savaşmış ve büyük bir özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi vermişler. Bu mücadelenin sonunda kuzeydeki altı eyalet dışında, tüm İrlanda bağımsızlığına kavuşmuş. O altı eyalet, İngiliz himayesinde kalmayı tercih etmişler. Çileleri yine de dolmayan İrlandalılar 1922 yılında da birbirlerine düşmüşler. İç savaş tecrübesini de yaşayan halk, 1927 de ilk genel seçimleri yaşamış, 1937 de ilk anayasa kabul edilmiş ve 1948 yılında, yani çok yakın sayılabilecek bir geçmişte de İrlanda, Britanya ile bağlarını tamamen koparmış. Aynı bizim Kurtuluş Savaşı’ndan sonraki durumumuza düşmüşler, yorgun, fakir ama muzaffer bir millet olmuşlar. Yaralarını sarmaya başlamışlar ancak açlık, fakirlik, işsizlik, cehalet ve göçler, genç cumhuriyetin yorgun halkının belini büktükçe kilise ve cemaatler gücü ele geçirmişler. İrlanda’nın imdadına, Avrupa Ekonomik Topluluğu yetişmiş. 1972 yılından itibaren bu sayede toparlanan İrlanda, çok hızlı bir ekonomik büyüme sergilemiş, ekonomik problemlerini halletmiş olan her ülkede olduğu gibi burada da sanata, kültüre, eğitime büyük yatırım yapılmış, bu alanlarda da büyük gelişme kaydedilmiş.

2002 de EURO’yu kabul eden 12 ülkeden biri de İrlanda… Ayrıca, 1991 yılında da Avrupa Kültür Şehri seçilmiş. (Kıskanmıyoruz ama imreniyoruz… Biz de ülkemizin ekonomik ve kültürel olarak önde gelen ülkeler arasında sayıldığı günleri görmeyi diliyoruz).

İrlandalılar İngilizce konuşuyorlar ama muhakkak İrlanda dilini de öğrenmek zorundalar. Sokak adları ya da otobüslerin üzerindeki yazılarda bile hem İngilizce hem de İrlandaca karşılık görüyorsunuz. Kültüre sahip çıkmak, anadile sahip çıkmakla başlıyor. İnsan ister istemez kendi ülkesiyle mukayese yapıyor. Bizde artık Türkçe mağaza ismi kalmadı pek. Ama onlar, anadillerini cadde isimlerinde bile yaşatıyorlar. Dünyada belki de İrlandalılardan başka kimsenin bilmediği, bilmesine de gerek olmayan hatta İrlandalıların bile bilmesine gerek olmayan bir dili yaşatma uğraşları, verdikleri bağımsızlık mücadelesi gibi saygıdeğer bir efor…

Her şehrin kalesinden başlanır ya tura, biz de öyle yaptık. Dublin Castle Anglonormanlar tarafından 1204 yılında yapılmış. Bana göre kalede enteresan bir şey yok. Avrupa Birliği toplantılarının bir kısmının yapıldığı bazı büyük salonlar var içeride. Bir de yeraltı mağaraları. Bunlar defans için, bir de kalenin ihtiyaçlarının ikmali için yapılmış mağaralarmış. Çünkü nehir, bu kalenin altından geçiyor, ve dışardan botlarla bu mağaralara girilebiliyormuş. Bize göre asıl enteresan olan ve içinde zaman geçirmenin insana tarifsiz bir rahatlama hissi verdiği yer, kalenin yanında bir eklenti olan Chester Beatty Library. Bildiğimiz kütüphane değil bu. Alfred Chester Beatty adında New York’lu bir maden mühendisi tarafından kurulmuş bir modern müze burası. Çocukluğundan başlayarak bütün yaşamını tarihi değeri olan el yazmaları, minyatürler ve buna benzer dini materyal toplayarak geçirmiş. Bu müzeyi de bunları sergilemek için kurmuş. Kolleksiyona değer biçilemiyor, çünkü pek çok parçanın eşi yok. Neden bir el yazması insana huzur verir diye merak ediyorsunuz. Loş bir galeriye giriyorsunuz. Bir yerden mavi bir ışık yükseliyor, derken bir müzik. Ama daha önce duymadığınız türde. İlahi gibi, ama uzakdoğu tadında. Kulaklarınıza doluyor, müziğe ve ışığa doğru yürüyorsunuz. Köşeyi dönünce dev bir budha heykelinin oturduğunu görüyorsunuz. İnanılmaz güzellikte, değerli taşlarla işlenmiş materyaller, hepsinin hikayesini anlatan bir ‘dış ses’. Budha kimdir, karma felsefesi ne demektir, reenkarnasyon nasıl oluyor, insan ölünce ruh nereye gidiyor? Sonra Hristiyanlık benzer sorulara kendi cevabını veriyor, sonra ‘İslam’ bölümüne geliyorsunuz. Hacca nasıl hazırlanılır, hac nasıl yapılır, an be an anlatılıyor, audio-visual sistemden gösteriliyor, sorular yanıt buluyor. Hiç bir İslam ülkesinde bu kadar güzel el yazmaları Kuran-ı Kerim var mıdır acaba? Ne güzel muhafaza edilmiş, sayfa sayfa okunuyor, anlatılıyor. Ezan okunuyor, anlamı anlatılıyor. Büyük inanç sistemlerinde ölüm, evlilik, doğum vb. Konularında programlar var, izliyorsunuz. İnanılmaz hafifliyorsunuz, terapi gibi geliyor. Daha çok zaman geçirmek istiyorsunuz. Tüm dinlerin insanlığı iyiye sevk etmek için var olduğunu, inancın insanın ruhuna iyi geldiğini, şekiller, müzikler, görseller farklı olsa da özünde hepsinin aynı şeyleri söylediğini görüyor, iyi bir insan olduğunuz için kendinizi bir kat daha iyi hissederek çıkıyorsunuz Chester Beatty’den.

Kale ve Chester Beatty’den sonra muhakkak ziyaret edilmesi gereken yer tabii ki İngiltere Kraliçesi I.Elizabeth tarafından 1592 yılında Protestan Anglo-İrlanda anedanlığının üyelerini yetiştirmek ve eğitmek için kurulan Trinity College. Son derece prestijli ve populer bir okul.1970 yılına kadar katoliklerin asla gitmediği bu okulda şimdi, dünyanın her yerinden ve her din mensubu gençler, muhteşem binalardan oluşan bu tarihi kampüste eğitim görüyorlar. Kampüste en ilginç yer ‘Long Room’ adı verilen, adının hakkını veren upuzun kütüphane. En üst raftaki bir kitabı almak için onlarca metre tırmanmanız gerek. Burası tam 65 metre yüksekliğinde bir kütüphane. Üst raflara ahşap merdivenlerden oluşan bir düzenekle ulaşabiliyorsunuz. Kitapların çoğu 1700’lerden kalma. Çoğu orijinal ilk basım… Yani çok değerli… Long Room ile birlikte ‘Book of Kells’sergisi de çok ilgi çekiyor. Bu sergi orijinal el yazmalarından oluşuyor ve çok ciddi şekilde muhafaza ediliyor. Trinity’nin en önemli mirası sayılıyor.

Üniversitenin bulunduğu muhit, bir tarih, kültür ve sanat semti. Parlemento binası, National Museum gibi ‘görülmesi iyi olur’ yerlere yürüyerek gidebilirsiniz. Dinlenmek içinse biraz daha yürüyüp St Stephen’s Green’e ulaşırsanız, 16. Yüzyıldan beri var olan bu yemyeşil parkta biraz zaman geçirmelisiniz. Burada İrlanda tarihinde önemli yeri olan Wolfe Tone Memorial, Famine anıtı, James Joyce heykeli gibi eserleri görür, İrlanda tarihine merak sararsınız. 1845’de, İrlanda’da patates kıtlığı oluyor ve tam 3 yıl sürüyor. Bu 3 yılda tam bir milyon insan ölüyor. Bir o kadar insan da göç ediyor. Her şey var… Et, süt, un, mısır, meyva… Ama patates yok diye ölüyor açlıktan onca insan.Çünkü patates yemeye alışmışlar… Çünkü patates fakirin yemeği, ucuz… Neyse, Famine Anıtı, bu açlık dönemini simgeliyor…Kemikleri sayılan insan figürleri, Green’in keyifli havasında biraz hüzün veriyor izleyene…

Guinnes Brewery’de bir bira belgeselinin içinde yaşamak, Dublin’in en güzel evlerini Merrion Square’de görmek, Modern sanatlara meraklılar için Museum of Modern Art’a gitmek, heybetli bir katedral görmek içinse St Patrick’i ziyaret etmek iyi olur. Böylece Liffey’in güneyini bitirip, şehri ikiye bölen nehrin kuzeyine geçebilirsiniz. Nehir kıyısında bir yürüyüş, soğuk bir bira, sonra da O’Connel Bridge’den ver elini kuzey Dublin. Abbey ve Gate gibi ünlü tiyatroların olduğu bu bölge daha durağan gibi geldi bana. Belki konaklama için güneyi seçtiğimdendir bilemiyorum ama güney daha keyifliydi sanki…Kuzeyde ise geceleri tiyatroların etrafı hareketleniyor. Aslında ara sokaklar bile hareketli oluyor Dublin gecelerinde. Havanın soğuk olması bile kimseyi durdurmuyor. Dışarıda yemeyi, ve tabii ki bol bol içmeyi çok seviyorlar nehrin iki yakasında da.

Kuzeyde en keyifli manzaralar, 18. Yüzyılda inşa edilen The Custom House ve Four Courts adlı yapılar. İkisinde de aynı mimarın, James Gandon’un imzası var. Bunlar yalnızca yapıldıkları devrin değil, mimarlık tarihinin en güzel eserleri arasında bulunuyor. Buna karşılık, şehrin en büyük ve en işlek caddesi olan O’Connell Street’de milenyumu karşılamak için yapılmış, 120 metre uzunluğunda -ve bence pek çirkin- bir anıt var ki Dublinliler bunu hiç sevmiyorlar. Spire of Dublin adlı bu eser, dev bir metal çubuğu andırıyor. Şehrin tarihi dokusu ile hiç uyuşmayan, ancak mimarına pek çok ödül kazandırmış, boşa para harcanmış anlamsız bir yükselti. İki adım ötesinde ise Dublin’in gerçek ‘Spire’ı olması tartışılmaz General Post Office. Dublin’in tarihi, Dublin’in ruhu, buluşma noktası, muazzam bir bina.

O’Connell Street Dublin’in en kalabalık caddesi belki ama hemen yakınında öyle bir yer var ki, sanki Dublin çok uzakta, kalabalık çok çok uzakta. Sakin, sessiz, yemyeşil, uçsuz bucaksız bir şehir parkı; Phoenix Park.Avrupa’nın en büyük şehir parkı burası. Öyle rahatlatıcı ki, Cumhurbaşkanlığı Konutu bile bu parkın içinde. Park güzel bir peyzaj mimarisi örneği ve sanatsal yapılarla dolu.

İrlanda pek çok sanatçı çıkarmış bir ülke. Yazarlar, müzisyenler, şairler, mimarlar. James Joyce’un Ulyssess’ini, Frank Mac Court’un Angela’s Ashes’ini okumayan belki bizde çoktur ama U2 dinlemeyen yoktur. Oscar Wilde’ın vecizeleri bizde kamyon arkasına yazılan ‘Nescafe bile üçü bir arada bir tek ben yalnızım’ lafı kadar ünlüdür tüm dünyada. Sanırım tarihi ve kültürü acılarla şekillenmiş, özgürlüğünü mücadele ederek kazanabilmiş ülkelerde, gerekli olanaklar da sağlanabiliyorsa, sanatçı yetişiyor. Bir de Avrupa’nın ekonomik ve siyasi desteğini arkasına aldı mı, o ülkeyi tutabilene aşk olsun.

Dublin’le ilgili yazımı, ünlü İrlanda’lı şair ve yazar, dahi romantik Oscar Wilde’dan bir şiirle bitirmeyi istedim. Zamanının dikbaşlı duygusal şairi, kişiliğinde aynı yaşadığı ülke gibi pek çok zıtlığı birarada barındırmış ve unutulmaz eserler bırakmış. İşte hapisteyken tanıdığı, karısını öldürmek suçundan idama mahkum olan arkadaşının idamından sonra yazdığı şiir:

Ama gene de herkes sevdiğini öldürür,
Bu böyle bilinsin,
Kimi bunu kin yüklü bakışları ile yapar
Kimi de okşayıcı bir söz ile öldürür
Korkak, bir öpücükle,
Yüreklisi kılıçla, bir kılıçla öldürür.
Kimi insan aşkını gençliğinde öldürür,
Kimi sevgilisini yaşlılığına saklar.
Bazıları öldürür arzunun elleriyle,
Altının elleriyle boğar bazı insanlar…
Bunların en kötüsü bıçak kullanır çünkü
Böylelikle ölenler çabuk soğuyup donar…

Oscar Wilde